24 Nisan 2009 Cuma

gökyüzüne mi bakalım, masal mı anlatayım?

Şimdi ne yapacağım?
Bilinçli beynin durup dinlenmeksizin sorduğu soru budur. Çünkü bilinç, aklımızın almaya ihtiyaç duyduğu parçaları için karar verme mercidir. Hasta olmanın kötülüğü, çektiğiniz fiziksel acı yanında, bilincinizin de zayıflamasına neden olması. Eğer hastaysanız, bu soruyu siz de sorarsınız. Ama aldığınız cevap sizi sonsuz bir cehalete düşürecek kadar kısıtlıdır. Dinlen, ye, ilaçlarını iç! Karar verme süreci bu kadar basitleşince insan kendini şey gibi hissediyor, şey…sea squirt gibi! Yaşama ilkel bir sinir sistemiyle larva olarak başlayan bu organizmanın sistemi sadece yüzmeye sonra da bir kaya üzerine yerleşmeye yarar. Sea squirt, kaya üstüne yerleştikten sonra, alması gereken bir karar kalmayınca ne yapar? Kendi beynini yer. Sizin anlayacağınız, bir bürokratın yükselebileceği en tepe noktaya geldikten sonraki hali gibi.

Hasta bir insansanız bir süre sonra sea squirt gibi beyninizi yemeniz kaçınılmaz. Bundan kaçınmanın tek yolu, iyileştiğiniz zamanlarda kullanmanız icap edecek beyninizi başıboş dolaştırıp, lüzumsuz konularda gezdirmek. Hastalığı, kavuşulmuş bir lüks, beyniniz için bir şımarma olanağı olarak görmek. Yalınlık ve tutumluluk, yani eğer basit bir açıklama varsa, karmaşık olanın kabul edilmemesi ilkesi olan Occam Usturası ilkesine sırt çevirip, beyninizi cömertçe karmaşık konularla oyalayabilmektir.

Hal böyle olunca, aşağıda Pusarık’ın annece konuşması üstüne kafa patlatabilirsiniz mesela. Küçük bebeklerle konuşan insanların ses tonları ve kelime tekrarları hakkında düşünebilirsiniz uzun uzun. Dersiniz ki, annece konuşmada, ana frekansın tizliği resmen artıyor, yahu! Bir bebeğe “onay” mı iletmek istiyoruz? Sesimizi ortalama tizlikten daha yüksek bir tiz sese kaydırmamız, sonra da iki oktav uzunluğunda olabilen bir glissando ile aşağı indirmemiz gerekir. “Seni gidi AKILLI çocuk SENİİİİ.” Gördünüz mü, değişen tizlik belirgin olarak çocuk yönelimli. “ÇOOOK ZEKİsin!”

Yasaklama söz konusu olunca ne yapıyoruz? Tekil, kısa hecelerle ve tizlikte küçük bir değişiklikle ifade ediyoruz bunu: “YAPMA şunu!” Bebeği rahatlatmak istediğimizde? Tekrarlanan hecelerle, alçak başlayıp azalan bir biçimde, “Ah, ca-nıım, ah, ca-nıım,” “sakin ol, sakin ol” deriz.

Bu melodiler büyük olasılıkla primatların çağrılarından türetilmiş. Ve gerçekten de kelimeleri çıkartırsanız çağrının melodisi tümden primat çağrılarına benzer. Yeni doğmuş bebeklerin kulakları yetişkinlere göre daha tiz seslere tepki verir ve daha az ayrım yapabilir. Bebekler, çözülmesi daha zor yetişkin konuşmaları yerine, böylesi bebek yönelimli konuşmaların tekrarını işitmeye çalışırlar.

Annece dediğimiz bu dil, tekrara dayanan, basitleştirilmiş bir kelime dağarcığı ve komik bir bir dilbilgisi olan bir dildir. İki yaşındaki bir çocukla konuşurken kelimelerin en az %50 si tekrar edilir. Bir bebek sözlüğü hazırlamanız gerekirse, işinizin ne kolay, sözlüğün ne ince olması gerekir, bir düşünün. Ama çok da faydalıdır. Çünkü annece, çocuğun zihni imajları ile kısa sürede uzmanlaşacağı karmaşık dilbilgisi ve kelime dağarcığı arasında çeviri yapmaya yarayacak bir tür çevirmen görevi yapar. Bunu en iyi anlatan da ninnilerdir. “Uyusun da büyüsün ninniiii. Tıpış tıpış yürüsün niniiii.”

Pusarık annece bir konuşma ile benim hastalık yüzünden en yalın kararları almaya indirgenmiş olduğunu düşündüğü bilincime ulaşacak böyle bir dil kullandı ve ben böylece söyleneni anlayabildim ve anılarımda şefkati çağrıştıran bu melodi ile söylenene onay verip heyecanla beklenen yeni bilmece için kolları sıvadım.


İşte bilmece!

Bilmecede bir anne ve çocuğu var. Gün boyunca yaramazlıklarıyla, sonsuz ilgi beklentisiyle annesine kök söktüren çocuk, şimdi de uyumak için annesinden bir masal anlatmasını beklemektedir. Anne ise yorgun, kahvesini alıp, ayağını uzatıp Peter Ackroyd’un Cinayet Sanatı kitabını okumak istemektedir bir an önce. Kafasında çocuk doğurmanın sapkınlık olduğu fikriyle mücadele eder bir haldedir. Aklından geçen budur da, çocuğunun üstünü şefkatle örtüp, ona görüp görebileceğiniz en tatlı gülümsemeyle bakar ve “peki” der yine de. Hormonlarından başlayarak dünyanın sosyal düzeninin iktidarı ona böyle yapmasını emretmektedir ve buna engel olacak bir disiplin henüz geliştirilmemiştir. Anne, anneliğiyle soylu olmaklığın ödülüyle cezalandırılmıştır.

Anne aklından geçen soylu ve soysuz duygularla cebelleşip, hayatın ne zor olduğunu düşünürken, çocuğunu hayatın karmaşık zorluğuna da hazırlamak ister. Başlar masalına:


Bir zamanlar bir karga varmış. Karga, bir evin penceresine bırakılmış taze peynirin bir parçasını çalmış. Sonra yeşil bir dala tünemiş, kendine hayran, peynirinden hoşnut, keyif çatıyormuş. Ta ki masalın içine bir tilki girene kadar. Tilkiye göre peynirin hikayesi kendi ağzında son bulacakmış.

Tilki, psikolojiden anlıyormuş. Aşağıdan yukarıya, kargaya göz süzüp durmuş, karga şüpheyle aşağıya bakana kadar beklemiş. Sonra kurnaz, “güzel tüylerine hayran kalmıştım da ona bakıyordum,”demiş. “seni göremediğim uzun seyahatlerinde yıkanacak yeni yerler mi buldun yoksa? Özellikle de gözlerin ne parlak, pençelerin kapkara. Ya gagana ne demeli? Gün ışığında pırıl pırıl parlıyor.”


Bize yapılan övgü dolu sözlerden şüphe etmeyiz genellikle çocuğum. Hele karga gibi kendini beğenmiş biriysek, bu sözleri hak ettiğimizi düşünürüz. Ama bizi dürüstçe yeren düşmanlarımızdan daha zararlıdır böylesi dost görünüp iltifatlar yağdıran kurnaz çıkarcılar.


Tilki devam etmiş, kendinden memnun göğsü kabaran kargaya bakıp; “ hele ağzında tuttuğun o kaymak beyazı şey de, gaganı daha bir ortaya çıkarıyor. Tek kelimeyle muhteşem!!!” Karga gözlerini şaşı yapıp ağzındaki peynire ve gagasına bakmış. Bunun üzerine tilki amacına yaklaştığı için heyecanlanıp; “küçük bir kuş, sadece yüzünün değil, sesinin de güzel olduğunu söyledi bugün bana. Aslında anlıyorum ki bu civarda en harikulade sesleri de sen çıkarıyormuşsun. Öyle ki tek bir nağmeyle dinleyenleri ağlarken güldürebiliyormuşsun. Hatta buradaki bülbüller bile erkenden çekilirlermiş köşelerine senin güzel sesini dinlemek için… Ahh, senin o hoş sesini duymayı ne çok isterdim. Büyük bir şeref olurdu bu benim için. Sadece benim için bir veya iki şarkıcık… hımmm?...”


Tüm bu pohpohlamalardan etkilenen karga, şakımak için engellenemez bir dürtü duymuş. Ağzını açmış… “GAK!” tam da bir kargadan beklenileceği gibi çirkin ve ahenksizce.

Eh, karga ağzını açar açmaz, peynir daldan dala zıplayarak aşağıda, tilkinin sonuna kadar açılmış hazırda bekleyen ağzına düşmüüüş. Peynirin macerası tam da tilkinin tahmin ettiği gibi sona ermiş.

Şimdi çocuğum, bu hikayede olmak isteyeceğimiz bir karakter yok. Ne kendini beğenmiş bir karga, ne tuzakçı, kurnaz tilki olmalıyız, ne de kararların hiç birine katılamayan aptal bir peynir. Sen meleğim, biricik, muhteşem, kusursuz bir oğlansın. Büyüyüp yalancı dalkavuklara dikkat edeceksin. Seni gidi AKILLI çocuk SENİİİİ.



Aaa... Uyumak yok! Bilin bakalım, İÖ VI yüzyılda yaşadığı varsayılan, bir söylentiye göre Trakya'da doğmuş, bir süre köle olarak Samos adasında yaşamış, azat edilince birçok yolculuk yapmış, bir yolculuk sırasında cinayete kurban gitmiş, fabllarıyla ünlü bu masalcı kimdir?

***
pusarık için;



Mozarts Lullabye -

2 yorum:

pusarık dedi ki...

Ezop imiş masalcı.

Bu sefer biraz hileli oldu cevabım, ilk aklıma gelen isim 'Kelile ve Dimme' yazarı Beydaba oldu çünkü, emin olmak için baktığımda Ezop olduğunu farkettim bahsi geçen kişinin...

Bir de sürç-ü lisan ettiysem affola diyorum, sıcak bir kase çorba verir gibi yumuşak tonda hafifçe kelimelerle söylemek varken hem başta pervasız hem sonrasında fazlaca lafı uzatarak yordum sizi hastalığınızı göz önünde bulundurmadan...

pusarık dedi ki...

kırdımsa özür dilerim.