31 Mart 2012 Cumartesi

korkunç bir hikaye

dün gece bayan lusin geldi. ama nasıl? perişan halde, tir tir titreyerek. onu hiç böyle görmemiştik. peri biraz sonra lusin'den bir ölüm haberi alacakmış gibi gözleri şimdiden dolmuş, kanepenin köşesine kıvrılmış, bembeyaz bir suratla lusin'e bakıyordu. "biraz kanada viskisi olacaktı, getireyim," dedim. bir kaç yudumdan sonra lusin sımsıkı kapalı dudaklarımıza ve soru dolu gözlerimize dayanamayarak konuşmaya başladı. nasıl anlatacağını bilemiyor gibiydi. "bir cinle ya da şamanla ya da hayaletle konuştum bugün," dedi neden sonra. peri ile hayretle birbirimize bakıp, biraz da gülümsedik. lusin, hiç bir şeye inanmaz, hayatta gördüğümüz en rasyonel insandır. her şeyin bilimsel açıklaması vardır ona göre. cin min sohbetleri ise peri'nin dinlemekten en çok hoşlandığı hikayeler olduğundan, üşüyen dizlerini geceliğinin altına çekip, heyecanla, "nerde!" diye sordu. lusin içini çekip bize şöyle bir baktı; bu konuyu konuşacağı uygun insanlar olup olmadığımıza karar veremiyor gibiydi. bizi anlatacaklarından korumak istiyor ya da yetersiz buluyordu belki, ama en yakın dostları da bizdik. içkisinden büyük bir yudum alıp, "sarayın kütüphanesinde,"dedi. "olayın kendisi mi korkunç yoksa anlam veremediğim, mantıklı hiçbir açıklama bulamadığım için mi bana bu denli korkunç görünüyor, bilemiyorum," dedi. peri, gözleri heyecanla açık, biraz sonra olağanüstü bir hikaye dinleyeceği için çocuk gibi sevinçli, lusin anlatmaktan vazgeçiverir diye de endişeli, "ah ne tatlı! anlatmalısın, lusin! başına geleni anlayabilmenin tek yolu anlatmak," dedi. başka zaman olsa lusin, peri'nin bu saf coşkusuna gülerdi ya, "peki," dedi ciddi bir kararlılıkla. anlatmaya başladı. bitirdiğinde hava aydınlanmaya başlamış, biz battaniyenin altında büzülmüş, önümüze bakıyorduk.


"bir resim üslubunu araştırmak için topkapı saray kitaplığı'na giriş izni almak için uğraşıyordum ne zamandır. bakanlıktaki bir arkadaşımın çabasıyla bu izni kopardım ve bugün kitaplıkta çalışmaya başladım. bu resimler uzun zamandır zihnimi meşgul ediyor, bulabildiğim kopyalarına bakakalıyordum. bu resimlerin nerede, ne zaman yapıldıkları bilinemiyor. sanat tarihçilerinin yaptıkları araştırmalar sonunda derin bir sır içinde kaybolup gidiyor. üstlerinde bir imza var ama, ressamın imzası mı yoksa bir üslubun adı mı, o bile bilinemiyor. yer yer ince, narin bir çin etkisi uzaktan seziliyor, ama resimler uzakdoğu estetiğine de yabancı. çünkü kaba bir gerçekçilik resimden ona bakana karşı meydan okur gibi savruluyor. resimdeki bazı figürlerin üstünde türkistan halkının giydiği kıyafetler, sarıklar var, ama türkistan'ın etnik yapısı çok karışık. resim anayurdunu asla ele vermiyor.

resimde kaya parçaları, bozkır bitkileri, kıvrımlı ağaç kütükleri, toprağa kenetlenen kökler var. uzakdoğu esintisi taşıyor bu manzara, ama iran minyatürlerinde de dekoratif motifler olarak var bunlar. tümden bir gizem.


bu resimleri çok seviyorum. çocuksu ama hayranlık verici bir gerçekçiliği var. çok şakacı, bakış, hemen akabinde gülümseyişi çağırıyor. bir mekan duygusu yok. toprağı ve yerçekimini hissediyorsun figürlere baktığında. ama toprak, yer çizgisi filan yok. olmayan şeyi, figürlerin kol ve bacak kaslarındaki şişkinlikten, topraktan güç alır gibi durmalarından anlıyorsun. sonra resim bir çizgi film gibi hareketli, durağan değil. ressamın sabit bir bakış noktası yok; bir atı mesela çeşitli bakış açılarından çizmiş ressam ve sanki resim, oradan fırlayacak, yanına sokulacakmış gibi... ve nitekim öyle de oldu. bu bilgileri, yaşadığım olağanüstü olaya soğukkanlılıkla bakabileyim, onu sağduyulu bir şekilde anlayayım diye, anlatıyorum size.



"seni korkutan şey bu resimler miydi?" diye sordu peri, hayal kırıklığına uğramış bir sesle. "hayır, tam olarak değil,"dedi lusin boşalmış bardağını bana göstererek. Bir koşu mutfağa gidip, bira getirdim herkese.

"başıma gelen şey, bu resimlerin niteliği ile ilgili. o nedenle yaşadığım olayı anlamak için resmi anlamaya çalışıyorum önce. bu resimler, 12. ve 15. yüzyılın arasında yapılmış. o zamanlarda resmin dinle bir bağı var. mesela maniheist sanatçılar manastır duvarlarına ermiş hikayelerini resmediyorlar ve halk bu resimlere derin bir inançla bakıyor. dinsel resimler, dinsel sözler kadar kutsal. o zamanlarda resim gerçeğinden ayırt edilmiyor, resmi canlı bir varlık gibi görme alışkanlığı var. tasvirle, tasvir edilen bir tutuluyor. ressama bir anlamda büyücü gözüyle bakılıyor o nedenle. resim yapma büyü yapma ile eşanlam taşıyor. mesela, ölmüş birinin resmini yaparak onun ruhunu çağırıyorlar. resim, ona bakana büyüleyici bir telkinde bulunuyor. tuhaf olan, bu ressam ya da ressamlar, gerçekçi bir üslupla yaptıkları bu resimlerle izleyeni sınırsız bir hayal dünyasına davet edip büyülüyorlar.



"bu resimlerin önemi sadece dinsel miydi, estetik bir haz ya da ne bileyim, daha dünyevi bir toplumsal konuyu resmetmiyorlar mıydı? "diye sordum.


"elbette," dedi lusin. "o zamanların bir eğlecesiydi bu. gezgin hikaye anlatıcı ressamlar vardı. onlar geldiğinde halk bir çadırda toplanır, yanmış isli çıraların ışığında bir tiyatro izler gibi ressam hikayeciyi dinlerlerdi. resimlerin hepsi günümüze ulaşamadığından, anlattıkları hikayeler de yazılı olmadığından neyi anlattıklarını bilemiyoruz. ressam hikayeyi, mesela şahname'yi anlatır, dinleyici hikayeyi zihninde daha iyi canlandırsın diye de, hikayenin resmettiği bazı sahnelerini çizdiği ruloyu açıp gösterirdi. resimlerdeki yüzlerde genellikle kuşku, kaygı, korku var. kıpır kıpır hareketli, derdi olan resimler bunlar. değişik din ve kültüre ait insanlar, hayvanlar bir hikayenin tam ortasındalar, ama hangi hikayenin bilinemiyor. ve din adamları, demonlar, şamanlar var bu resimlerde... ve şimdi anlatacağım şey de bununla... bir şamanla ilgili

peri ile bakışıp, hiç sesimizi çıkarmadan battaniyelerimizin altına daha da girdik.






"kütüphanede masada oturmuş, bir şaman resmini inceliyor, notlar alıyordum. bir süre sonra uzaktan madenlerin şakırtısına benzer bir ses duydum. önce önemsemedim, sonra bu ses daha da yaklaştıkça, maden şıkırtılarının arasında vahşi hayvan çığlıkları, gök gürültüsünü andıran sesler de karıştı. sonra öyle yükseldi ki, korkuyla kulağımı kapadım, ama gitmiyordu, sanki beynimin içindeydi ses, delirdiğimi sandım. bir anda karşımda onu gördüm; korkunç bir maske takmış şamanı. bu, az önce incelediğim resimdi. yorgunluktan olsa gerek, diye düşünüp sıkıca gözlerimi kapattım. açtığımda hala ordaydı. İki eliyle sırığına yaslanmıştı ve alev saçan gözleriyle bana bakıyordu. konuşmaya başladı, ama dudakları kıpırdamıyordu da sesi kafamın içinde çınlıyordu. "hepiniz aptalsınız, sen bile," dedi. "atalarını utandırıyorsun!" aklımdan "ne atası?" diye geçti ve aynı anda, " ben senin büyük büyük büyük şaman dedenin resmiyim, budala!" dedi. ailemin yüzyıllar önce ortaasya'dan gelen bir kavim olduğunu biliyorum, ama soyağacı içinde unutulmuş dedelerimden birinin şaman olduğunu... saçmalıyorum, evet ama gördüğüm şeye beynim mantıklı bir açıklama arıyordu böyle. "inancını kaybettin! ruhunu, pozitivist düşünce ile sözümona akıl ve bilim denilen mekanik bir tıngırtıyla doldurdun." aklımdan, "doğaüstü hiçbir şeye inanmam, tanrı'ya da inanmam" diye mırıldandım dua eder ve önümdeki şu normaldışı görüntüyü silmek ister gibi. "bana bilgiçlik taslama!" diye gürledi parmağını tehditkar bir şekilde sallayıp. "aklını şu batılı hakikat zırvalarıyla doldurduğundan beri, deli danalar gibi dolaşıyorsun içindeki o boşluğu doldurmak için. çünkü yanlış yoldasın. hayatından cinleri perileri, doğaüstünü kovunca aydınlık bir bilince ulaşacağını sandın. tatmin oldun mu? asla olamazsın! o bozulmuş küçük aklın kavrayamadığı için olağanüstü adını verdiğin aslında ait olduğun dünyadan kaçtın. budala gibi bir gerçekçilik lafıdır tutturdun. bilim denilen şeye köle sadakatiyle inandın. büyük dedeni görünce bile cin çarpmışa dönüp kaçacak delik arıyorsun, bak şu haline... yazıklar olsun sana!"sözleri içime işliyordu. saçmasapan bir durumdaydım belki ama ikna etmişti beni. "nasıl buldun beni?" diye sordum. "ben şamanım, dalga mı geçiyorsun benimle?" dedi. sonra da gururla devam etti; "göktanrı tarafından seçildim bu göreve ben. ruhumu ister göklerde dolaştırırım, ister yerin yedi kat altında. geçmişe de giderim geleceğe de. bütün gizli alemlerin kapısını açabilirim. istersem ölülerden bir ordu kurarım, cinler, periler, şeytanlarla anlaşmalar yaparım. şamanım ben! istediğim kadar ruha sahip olurum. davulumu çalmaya başladığım anda dünyanın dört bucağından ruhlar yardımıma gelir." hayret ve korkuyla dinliyordum onu. "iyi de, ne istiyorsun benden?" diye sordum. "abandığı sırık artık ona güç vermiyormuş gibi biraz çöküp başını eğdi. "herkes unuttu bizi. kimse adak sunmuyor artık bize. atalarının ruhları huzursuz..." diye mırıldandı. Biraz düşündüm, şaman dinine ait okuduklarım aklıma gelince de, "sana at mı kurban etmemi istiyorsun!" diye bağırdım. "elbette! sen şaman soyundan geliyorsun, bu görev sana ait," diye gürledi. "at mat öldüremem ben," dedim. "mafya mıyım ben atın başını keseceğim... hayatta olmaz." aklıma mafya filmi gelince de korkuyla sordum; "sana kurban sunmazsam?..." "bütün kötü ruhları başına musallat ederim, tımarhanede ölürsün, ruhun bile huzur bulmaz," dedi şaman dedem. "kan dökmenin dışında yapabileceğim başka bir şey söyle, yaparım," dedim. O da söyledi. Sonra da geldiği gibi bir anda yol oldu.


hava masmavi aydınlanmış, kuşlar ötüşerek terasta dolaşmaya başlamıştı. ondan inanç talep eden her şeye gözü kapalı inanan peri, hayatta inanabileceği tek bir değer bulmak için umutsuzca dünyayı dolaşıp duran lusin'e baktı. Peri’nin içindeki inanç ırmağı her zaman yatağını kolayca bulduğu için, yapılması gerekeni anlamış gibi, "ne zaman gidiyorsun?" diye sordu. "bu gece..." diye mırıldandı lusin, başına gelen saçmalıkla hala baş etmeye çalışır gibi." bu gece yola çıkıp, orta asya steplerinde onun tarif ettiği bazı dağlara değerli eşyalar sunacağım, bazı kutsal saydığı ağaçlara bez bağlayacağım, ateşler yakıp, üstüne içkiler dökeceğim, bazı mağaralara yemekler bırakacağım. bir hafta sürecek bu. yanımda tef çalan birini de bulmalıyım.

o kadar gerginlik sinirimizi mi bozdu yoksa doğaüstü hiçbir olaya inanmayan, aklı her şeyden üstün tutan lusin'in orta asya steplerindeki halini düşünmek komik mi geldi, bilmem, kahkahalarla gülmeye başladık.

lusin'in şaman dedesinin de resmedildiği, hakkında sanat çevrelerinde bolca patırtı kopartılan, şaman dedenin asabını bozan akademik bir sürü lafların da edildiği bu ressam ya da resim üslubunun adını bilmece olarak soruyoruz. lusin, adak töreni için uzaklarda olacağından vereceğiniz yanıtları değerlendirme işini bana bıraktı. O, şu anda uyuyor, peri ve ben de en değerli eşyalarımızı adak olarak sunulsun diye lusin'in bavuluna koymakla uğraşıyoruz.


not: başımıza gelen olayın şaşkınlığı içinde yazı biraz aceleye gelmiş; şimdi tekrar okuyunca gördüm. lusin'in şaman dedesi, elbette lusin'in zihnindeydi ve onun kavramlarını ödünç alarak derdini ona anlatabiliyordu. lusin'in şaman dedeye ikna olması çabuk olmuş gibi görünebilir, ama o kadar da çabuk olmamış. ayrıca, peri'nin dedesinin cin çarpmasından öldüğü bilgisine de sahip olduğundan algısının kapısı bu anlamda açık. lusin'in duyduğu maden şıkırtılarının nedeni ise, hepiniz bilirisiniz ki, şamanlar parlak, madeni aksesuarları çok severler ve onların dünyası bu anlamda çok gürültülü bir dünyadır. ancak, bavul toplama, lusin'in hazırlığı ile şu an fazlaca meşgul olduğumuzdan yazıyı tekrar elden geçirmeye de hiç vakit yok. böylece kabullenin, lütfen.

14 Ocak 2011 Cuma

7. mühür

1-
onsekizinci filmi olan bir yaz gecesi gülümsemeleri cannes'da gösterilince bir anda tanınan isveçli yönetmen ingmar bergman'ın ünü, ertesi yıl, 1957 yılında cannes'da 7. mühür filminin gösterilmesiyle katlanarak artar, tüm dünyanın ilgilendiği bir yönetmen olur. savaş sonrası yapılan önceki filmlerinde yoğun karamsarlık, umutsuzluk gözlenirken yedinci mühür filmiyle yönetmen, tüm bu bulantılı, karışık huzursuzluk için bir tarif bulmaya çalışıyor gibidir. bu filminde ve sonraki bazı filmlerinde ruhsal, merafizik ögeler nedeniyle kamerasını sık sık gökyüzüne yöneltmesi nedeniyle, günlük sorunlarla uğraşmayı tercih eden, bergman sinemasını küçümseme eğiliminde olan genç isveçli yönetmenlerce, bergman'ın

a) meteoroloji sineması
b) dikey sineması
c) tanrısal sineması
d) metafizik sineması
şeklinde adlandırılmıştır.



2-

7. mühür filmi 14. yüzyıl ortalarında geçer. şövalye antonius block ve silahtarı jöns on yıl süren haçlı seferinden dönmektedirler. yorgun ve bıkkındırlar. anayurtlarında veba salgını vardır. o dönemde vebanın, tanrı'nın günahkar kullarını cezalandırmak için uyguladığı bir cezalandırma yöntemi olduğuna inanılırdı. bu sırada dış ses yuhanna incili'nin 10/7 babından şunları söyler: "ve kuzu 7. mührü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. bu yarım saat kadar sürdü ve 7 melek ellerindeki 7 borazanı çalmaya hazırlandılar." incil'in bu sözleri neyi haber vermektedir? (ayrıca bilen biri varsa cehaletimi mazur görerek bana açıklayabilir mi, buradaki kuzudan kasıt isa mı? çünkü yuhanna isa'ya "tanrının kuzusu"diye seslenmektedir hep.)

a) kıyameti
b) isa'nın yeniden doğuşunu
c) doğal felaketlerin süreceğini
d) yeni bir savaşı




3-

siyah pelerini içinde ölüm gelir. antonius block ona satranç oynamayı teklif eder. çünkü zamana ihtiyacı vardır. satranç sürdükçe ölüm canını almayacak, şövalye de kendisi için gerekli olan zamanı kazanmış olacaktır. şövalye niçin zaman istemektedir ölümden?

a) uzun zamandır görmediği sevgilisi dulcinea'yı son bir kez görebilmek için
b) tanrıyı aramak için
c) kuzeni roderick usher ile buluşup, şatonun mahzeninden geldiği sanısı ile huzursuzlaşıp geceleri uykusunu kaçıran o tıkırtıların nedenini sormak için
d) stalker ile buluşup, o gizemli yolculuğa çıkmak ve her şeyin gerçekleştiği zone'a ulaşabilmek için




4-

ve işte bergman'ın en mutlu çifti görünür. hokkabaz jof ve eşi mary. masum, iyimser, neşeli, eğlenceli bir çift. sağlıklı, tatlı bir bebekleri var. onlar sahnedeyken kuşlar cıvıldar. jof öyle saf ve günahsızdır ki metafizik, dinsel figürleri görebilmektedir. sevgili karısı ona inanmaz ve bu hayalleri başkasına anlatmaması için uyarır onu. sahnede ilk göründükleri sabah jof, yine bir hayal görür. kimi?

a) kalenin burçlarında danimarka kralının hayaletini
b)sekiz yaşında bir kız, on yaşında bir erkek çocuk, mürebbiyelerinin elinden tutmuş korkuyla kaçıyorlar, arkalarında da iki hayalet.
c) altın bir taç giymiş kutsal meryem, çocuk isa'nın elinden tutmuş, onu yürütüyor
d) cloak lane evini ve penceresinde de dr dee'yi büyü yaparken

5-

kafasındaki sorunlarla boğuşan bergman, filmlerinde sanki sesli düşünür, bu sorunları enine boyuna konuşup, umutsuzca bir çözüme ulaşmaya çalışır. kendilerine ve tüm varoluşsal sorunlara derinlemesine ama hep kuşkuyla bakan karakterleri, bu sorunları içtenlikle ve şiddetle çözmeye uğraşırlar. 7. mühür’de bergman, tanrı’yı arar, tanrı’nın varlığının işaretlerini görmek ister. nitekim yolculukları sırasında şövalye ve silahtarı bir kiliseye gelir. silahtar, kilisenin duvarına korku dolu bir veba hikayesi çizmekte olan ressamla konuşur. silahtar tanrıtanımazdır, bütün metafizik sorunlar için rasyonel bir yanıtı vardır. bu da onu alaycı, eğlenceye düşkün, yaşama bağlı biri yapmaktadır. mesela, yol boyu şarkı söyler, içki içer, kızlarla eğlenmeyi sevdiğini söyler vs. ressamla konuşurken, on yıl boyunca haçlı seferleri sırasında çektikleri eziyeti anlatır ve der ki; “hepsi tanrı adınaydı. bu sefer öyle anlamsızdı ki ancak bir idealistin planı olabilir.”:)

bu arada bergman’ın babasının lutherci bir papaz olduğunu ve lutheryan kiliselerde bu tür grafik ve ikonaların serbest olduğunu, babası iş başındayken kilisede olan çocuk bergman’ın babasını dinlemek yerine, yaratıcılığını, duvarlardaki bu resimlerle beslediğini söyleyebiliriz. babasından hoşlanmayan bergman’ın filmlerinde papazlar hep olumsuz karakterlerdir. geçelim. silahtar, ressamla içip, sarhoş olup, kendisini tarif eden, eğlenceli bir resim çizerken, şövalye içeriye, acı dolu isa heykelinin altına gider (aynı heykel kuzey ışıkları filminde de yok muydu?). çan çalmaya başlar ve şövalye, demir kafes arkasında pelerinli birini görür, onunla konuşmaya başlar. bu pelerinli kişi kimdir

a) elbette kilisenin rahibi
b) satranç oynadığı ölüm meleği
c) kasabalının dışladığı, şeytanla günaha girdiği söylenen cadı kadın
d) daha önceki sahnede gördüğümüz hokkabazın eşi mary

6-
her bergman filmini izledikten sonra olduğu gibi 7. mühür filminde de senaryoyu enine boyuna okuma isteği uyandıran şu konuşma çok iyidir. bizzat benim, bizim endişelerimizi dillendiriyor gibidir.

şövalye: olabildiğince açık konuşmak istiyorum. ama kalbim boş. bu boşluk, yüzüme tutulan bir ayna gibi kendimi görüyorum. içim korku ve tiksintiyle doluyor. insanlara karşı duyarsızlığımla, kendimi çevremden soyutladım. şimdi bir hayaletler dünyasındayım. rüyalarım ve hayallerimde tutsak kaldım.

ölüm: yine de ölmek istemiyorsun?...


şövalye: hayır… istiyorum.


ölüm: neyi bekliyorsun?


şövalye: bilgi istiyorum.


ölüm: garanti istiyorsun.


şövalye: her neyse… insanın duyularıyla tanrı’yı kavraması o kadar imkansız mı? o neden yarım vaadlerin ve görünmeyen mucizelerin ardına saklansın? kendimize inancımız yoksa, başkasına nasıl inanç duyabiliriz? benim gibi inanmak isteyen, ama yapamayanlara ne olacak?... ya inanmayanlar, inanamayanlar?... içimdeki tanrı’yı neden öldüremiyorum? onu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? neden her şeye rağmen bu şaşırtıcı gerçeklikten kurtulamıyorum?


ben bilgi istiyorum! inanç ya da varsayım değil, bilgi! tanrı’nın elini uzatıp kendini göstermesini ve benimle konuşmasını… karanlıkta ona sesleniyorum, ama sanki hiç kimse yok.


ölüm: belki de kimse yoktur.


şövalye: o halde yaşam korkunç bir şey. her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz!.


ölüm: çoğu insan ne ölümün ne yaşamın hiçliğini düşünür.


şövalye: ama bir gün her şeyin sonunda karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek…


ölüm: evet. o gün…


şövalye: korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra da o imgeye bir tanrı adını veririz.

bu sorumuz bir yorum sorusu ve doğrudan kaçak’a. bergman filmlerine, nihilist meseleler dolayımında bakıp, bizim için yazabilirse, zevkle okuruz.

7-

şövalye ve silahtar civarda dolaşırken bir köye gelirler. silahtar bir eve girer ve orada vebadan ölmüş bir kadını görür. o sırada, yukarıdan gizlice eve birinin girdiğini görür ve kapının arkasına saklanır. adam, ölü soyucudur, ölü kadının yüzüğünü, bileziğini çalar. o sırada silahtar çıkar ve onu tanıdığını söyler; adam ilahiyat fakültesinden biridir, bir din adamıdır. silahtar’a pişkin ve alaycı yanıtlar verir. insanların ve tanrı’nın onları duymadığını söyleyerek inançsızlığını gösterir. İnanç, din adamı olsun ya da olmasın herkesin sorunudur bergman filmlerinde. bizzat din adamının inanç sorunu olduğunu kış ışıkları filmindeki rahip dolayımında da bizzat görürüz zaten. bergman, özellikle din konusuna dışardan, alaycılıkla ve yargılayıcılıkla hiç yaklaşmaz. insan kendisiyle baş başayken inanç konusuna nasıl yaklaşırsa öyle içerden sorgular meseleyi. bergman kamerası kiliseye girer ve tanrı’yı orada arar.bu arada, hırsızın çaldığı gümüş, pahalı bilezik sonunda kimin olacak?

a) hokkabazın karısı mary’nin
b) silahtarın hizmetkarının
c) şeytanla günaha giren kadının
d) maalesef kuyuya düşecek
















8-
kumpanya köye ulaşır; ölümün, karamsarlığın, korkunun ve bu insanların inançlarındaki dehşet saçan tanrı’nın kol gezdiği köye bir anda şenlik gelir. kuş sesleri, müzik, masum bir eğlence… insanların yüzü güler, korkularını unuturlar, çok güzeldir bu sahne. ama bir anda ilahi sesleri, siyah pelerinlerinin kapişonları altında yüzleri gizli din adamları, ellerinde tütsüler… alana gelirler. Ellerinde isa heykelini ve sırtlarında kocaman çarmıhı taşırlar, günahkarlar kırbaçlanır ve alanı bir anda tanrı’nın elçilerinin kasveti, korkutuculuğu doldurur. eğlenen insanlar korku dolu bakışlarla diz çöker, göz yaşı dökerler. Hırsız-rahip insanlarla alay ederek, küçümseyerek, vebayı, ölümü, tanrı’yı ve hepsinin öleceğini hatırlatır.

hırsız-rahip daha sonra handa birisini günah keçisi gibi gösterip onunla hem eğlenir hem kavga eder. kimdir bu?

a) silahtar
b) hokkabaz
c) şövalye
d) ressam

9-

işte yine mutluluk tablosu: hokkabaz jof, karısı mary, misafirleri ile piknik yapar, müzik çalar, neşeyle konuşurlar. şövalye hiç olmadığı kadar huzurludur; “inanç taşıması zor bir yüktür. ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır, karanlıktan sıyrılıp, hiç gelmeyen biri gibi,” der. bergman karakterinin meselesi neyse, obsesif bir şekilde dünyaya hep o mesele dolayımında bakar böyle. mary misafirlerine ikramda bulunur ve hepsi aynı kaptan iştahla yiyip içerler. ne ikram etmiştir mary?

a) kara ekmek ve elma şarabı
b) soğuk et ve bira
c) yaban çileği ve süt
d) cevizli çörek ve çay
















10-

hep birlikte yolculuk ederler. gecede esrarlı bir hava vardır, ay, bulutlar, rüzgar… oysa bunları esrarlı gören ve bakışları doğrultusunda yorumlayan hep insanlardır. aslında tanrı da insanların gördükleriyle onun varlığını ve işaretlerini yorumladıkları bir şeydir bu bağlamda. çünkü tanrıtanımaz silahtar doğayı olduğu gibi görür ve insanların metafizik yaklaşımlarına paralel rasyonel açıklamalar yapar. mesela, karşılarına çıkan cadı yakıcıları, cadı kızı ateşe koyduklarında, “onunla kim ilgilenecek,” diye söylenirler, “melekler mi, şeytan mı, hiçlik mi?” silahtar, “hiçlik efendim,” diye yanıtlar hiç kuşku duymadan.

yolculuk sonunda şövalye’nin şatosuna gelirler. karısı onlara kahvaltı hazırlar ve masada incil’den filmin girişinde duyduğumuz 7 mühür bölümünü okur. ölüm kapıyı çalar ve herkes kendi inancı ölçüsünde ve saygıyla karşılar ölümü.

son sahnede hepsini tepede uzaktan görürüz. Hepsi elele, dansederek ilerlemektedir. bergman bu sahneyi çekmek için teknik yetersizlik içinde olduğunu ve tam da istediği gibi çekemediğini söylemiştir. mutlu ve masum bir tanrı inancı taşıyan, saf hokkabaz ailesinin kurtulmuş olması umut vericidir ve iyi bir son duygusu verir, ama yine de hüzünlü bu sondur bu. ölüm, kafilenin en önünde elinde ne taşıyarak ilerlemektedir?

a) incil
b) çarmıhta isa heykeli
c) tırpan ve kum saati
d) kuru kafa


//


justine, muhteşemsin! soruları boşver, yanıtların şahane. çay içer misin?






14 Aralık 2010 Salı

yeşil'in sırları II


katil: yeşil






Otel odamın kapısı hızlı hızlı vuruluyordu. Gözümü açtım. Uyandırılmanın en korkunç şekli. “Gir!” diye bağırdım aynı hırçın ve yüksek sesle. Onu gördüğüm her seferinde nedense hidrojen sülfür kokusunu duyma yanılsaması içinde olan burnumu hoşnutsuzlukla kırıştırarak, “bu ne telaş, Lisa?” diye sordum, kimyager arkadaşıma. Her zaman ki ölçen biçen, laboratuvarında onca ıvır zıvır, cam tüp arasında hayalet kadar sessiz ve sakınımlı dolaşan sebatkar bilim kadını arkadaşım, işyerine kör bir fil dalmış gibi darmadağınık görünüyordu. Hala yatakta uzanmış yatan bana gazeteyi uzattı. “Perdeyi açsana,” dedim gözümü yazıları seçmek için kısıp. Yağmurlu, pis bir günün zehirli yeşilimsi ışığı odaya sızdı. Ahizeyi kaldırıp odama iki büyük fincan kahve getirmelerini söyledim. Gazeteyi alıp, bir daire içine alınmış haberi okudum:

Fransız devriminin generali ve Fransa'nın ilk Cumhurbaşkanı Napoleon Bonaparte'a ait bir tutam saç, Yeni Zelanda'da yapılan açık artırmada 13 bin dolara alıcı buldu.


“A-haa, şimdi anlıyorum,” dedim. Lisa’nın tutkuyla sürdürdüğü bir hobisi bu; tarihe bakıp, oradaki gizemli olayları, cinayetleri çözmek ya da kimsenin bir yazgı doğrusunda değerlendirmediği olaylar arasındaki bağlantıları, rastlantı ve şans faktörlerini de hesaba katarak yeniden analiz etmek. Ona kalırsa, mesela, Obama’nın başkan olması, tamamiyle Dred Scott adındaki kölenin 1846 yılında özgürlüğüne kavuşmak için açtığı davaya bağlıydı. Scott’un bu davayı kaybetmesi, önce kölelik karşıtı Abraham Lincoln’ün başkanlığının yolunu açmış, çok sonra ise Obama’nın. Bu bağlantılar onu sözün tam anlamıyla, büyülerdi.


Ya da, İngiltere’nin ve Amerika’nın en iyi adamı, profesyonel istihbaratçı Philby’nin aslında bir Sovyet casusu olması, sonraki tarihlerde Amerikan ve İngiliz gizli haberalma teşkilatlarının birbirlerine olan güvenlerini zedelemesi ve bunun sonucu olarak tarihte bazı olayların bu zedelenmeye bağlı gelişmesi Lisa için çok ilgi çekiciydi... ve Lisa boş bulduğu her saat kütüphaneye kapanıp okuyor, okuyordu.





Komplo teorilerini, buluşlarını üstünde denediği kişi ise bendim. Bildiklerimle ona sağduyulu itirazlarda bulunuşum, kılı kırk yararak bulduğu kanıtları önüme sermesinin coşku dolu bahanesini yaratır. “Saçı analiz etmene izin vereceğeni düşünüyor musun bu İngiliz koleksiyonerin?” diye sordum. Çünkü Lisa, Napolyon’un mide kanserinden öldüğüne inanmıyordu. Napolyon’un ölmeden önceki yılları içeren günlüğünü okumuştu ve ayrıntılar üstündeki titiz çalışması göstermişti ki sürgün İmparator her gün yavaş yavaş zehirlenerek öldürülmüştü! Eğer Napolyon’un saçını analiz edebilirse, orada büyük miktarda arsenikle karşılaşacağına neredeyse emindi. “Ne yapıp edip o saçtan bir kaç tel alırım,” dedi, kahvesinin son damlasını başına dikip.

Bir süre görüşmedik Lisa ile. Bu saç hikayesini de neredeyse unuttum. Dün sabah buluşma önerisiyle bana telefon açtığında sesinde amacına ulaşmış, tatminkar bir ton vardı. “Sana her şeyi bir bir açıklayacağım,” dedi.

Bu sefer onun, büyük, yuvarlak masası ve tıklım tıklım kitapla dolu küçük çalışma odasında buluştuk. Ona, saçı nasıl ele geçirdiğini sorduğumda, göz kırpıp, sözde işveli bir kadın gibi kıkırdadı. “Hey allahım, Lisa, bilim aşkına yapamayacağın şey yok mu senin!” diye güldüm. Laboratuvarında ele geçirdiği saçı defalarca analiz etmiş ve şundan artık kesin olarak eminmiş ki, Napolyon Bonaparte zehirlenmiş. Ancak bunu kimin yapmış olabileceğine emin olamamış bir süre. İmparator’un sürgün yaşadığı evde yaklaşık yirmi hizmetli varmış, ama hemen hepsi çok emin, güvenilir insanlarmış. Ayrıca bu tür eylemlere karşı çok hassas bir güvenlik ekibi varmış İmparator’un. Kendisi adaya gönderildikten sonra atanan Vali J. M. Thompson gerçi Napolyon’dan nefret ediyormuş, öyle yazıyormuş günlüğünde ama, onu öldürecek kadar mı nefret ediyormuş?





Neden sonra Lisa’nın aklına benim yeşil üstüne yaptığım araştırmam gelmiş. Hiç ümidi yokmuş yanıt alacağından, ama neden olmasın, gazeteye bir ilan vermiş. İmparator’un odasındaki duvar kağıdının bir parçasını elinde bulunduran insanlara bir çağrı içeriyormuş bu ilan. Çok şaşırtan bir gelişme olmuş, ilana yanıt gelmiş! Bir kadın, duvar kağıdının örneğinden kendisinde bulunduğunu yazıyormuş mektubunda. İmparator’un evini ziyaret eden bir atası biraz duvar kağıdı yırtıp almış ordan ve koleksiyon defterine yapıştırmış. Kadın mektubuna bu parçayı da iliştirmişmiş.

Burada Lisa heyecanım ve merakım biraz daha artsın diye bekledi. “e. hadi devam et!” diye çığlık attım, “yoksa duvar kağıdı, Scheele Yeşili miymiş!?” “Evet!” diye çığlığıma çığlıkla yanıt verdi. “ Bir konuşmamızda söylemiştin Lusin, hatırla: Carl Wilhelm Scheele 1775 yılında arsenik çalışmasının ortasında en şaşırtıcı, en güzel yeşili icat etmiş. Boyanın 1777 yılında üretimine geçilmiş. Ama bilimadamının 1776 yılında arkadaşına yazdığı mektup endişe doluymuş. Kullanıcıların, onun zehirli olduğu konusunda uyarılmaları gerektiğini yazıyormuş. Ama satıcılar ya bu uyarıyı dikkate almamışlar ya da bu yeşil öyle çekici bir renkti ki herkes duvarına mutlulukla bu zehri yapştırmış.


“Koca İmparator Napolyon, duvar kağıdındaki yeşil nedeniyle mi öldü yani?... Piyuuu, kadere bak, onca topun, tüfeğin karşısından, Rus soğuğundan sağ çık ve odanda huzur içinde şekerleme yaparken zehirlen…” “Evet,” dedi Lisa, “aynen öyle olmuş olmalı. Ayrıca günlüklerde Napolyon sürekli havanın neminden dert yanıyor. Arsenikle tepkimeye giren küf odanın bütün atmosferini zehirlemiş olabilir.


“Ancak,” dedim düşüncelere dalarak, “yine de fena bir ölüm değil.” Lisa, neden, der gibi kaşlarını kaldırdı. “Çünkü o dönemde arseniksiz yapılmış korkutucu grilere, ürkünç kahverengilere, berbat sarılara bakarsak, insan odasının duvarında bu yeşilden başkasını düşünemiyor.” Bunun üzerine kahkahayı patlattık, İmparator’un şerefine yemyeşil nane likörümüzü de tokuşturduk.




Bilmece: çok kolay, napolyon’ın sürgün gönderildiği ve hayatının son altı yılını geçirerek 51 yaşında öldüğü bu adanın ismini soruyorum.



1 Aralık 2010 Çarşamba

olan biten ve gayane'nin dedesi

keyfim yerindeydi. doktorun verdiği ilaçlar işe yaradı. geceleri kabus görüp duvarları filan yumruklamadım. diğer hapishane sakinleri ile ufak tefek sohbet de ediyorduk. beni, gereksizliği ile şaşırtıcı işlerin uzmanı olarak görüyorlardı. gülüyorlardı bana. mesela çoğunun bedeninde dövme var ya, "hıristiyan ermeniler önemli bir hac vazifesini yerine getirince gövdelerine işaret yaparlar. honk kong'ta da bir triad üyesini ejderha dövmesinden tanıyabilirsiniz," diyordum, şamata başlıyordu, hepsi gülerek omuzlarındaki, kalçalarındaki dövmeleri gururla gösteriyorlardı. "ah maria," diyordum, "senin denizkızı dövmendeki parlak renk, emprosyonizm'le çakışıyor." o zaman maria'ya " seni entel seni" diye sataşıyorlardı gülerek. onlara, "bir resme baktığında onu tüm duyularınla algılamayı başarırsan, seni kendi anlamına çeker ve işte gizini aralayabilmişsindir resmin ve nerdeyse ete kemiğe bürünür. bir tutku anındaki esrimeyi yaşayabilirsin o an. bence asiliğinizi vurguladığınız bu dövmelerle siz o esrimeyi kendi teninizde daim kılıyorsunuz. bu çok heyecan verici," dediğimde, anlamıyorlardı belki ama sessiz ve gururlu dinliyorlardı.... burada övgü o kadar az duyulan bir şey ki, bu övgüyü yücegönüllü bir sessizlikle kabulleniyorlardı. biri en sevdiği rengin mor olduğunu mu söylüyor. "ooo... cinselliğin ve iktidarın rengi. kleopatranın yelkenleri mor renkliydi ve hatta tüm sarayı mor porfir taşlarla süslenmişti," diye sezarlı, kleopatralı bir hikaye anlatmaya başlıyordum. dinliyorlar, çocuksu bir merakla soru soruyorlar, ama sohbet bitince de benimle dalga geçerek dağılıyorlardı. öyle de olsa yüzlerinde rahatlamış, bulundukları yerde olmanın ağırlığından uzaklaşmış duru ve güzel ifadeyi görüyordum.


o fotoğraf hikayesini konuştuğumuz günden son ana kadar, müdürümle görüşmedik. ama avluda dolaşırken, arkadaşlarımla konuşurken, öyle sanıyorum ki gözü, hapishanesinin bu tuhaf konuğunun üstündeydi. bir seferinde penceresinde bir gölge görüp el salladım. gölge derhal kayboldu:) seviyordum müdürümü. gardiyanlar, doğrudan, açık seçik bir ifadeyle, yargılamasız bakıyorlardı insanın yüzüne, sanki el birliğiyle bir iş gününü daha bitiriyorduk, filan. iyiydik.

yalnız kızlardan biri vardı ki benden uzak durup, karşılaştığımızda da anlamadığım bir dilde kötü kötü söyleniyordu. bir seferinde yemekhanede yemeğimi almış masaya giderken ayağıma çelme taktı, boylu boyunca düştüm. gardiyan farketmiş yaptığını, derhal gelip, çekiştirip götürürken kızı, durdurdum. "hata benimdi," dedim, "onun bir kabahati yok." kızla aramızı düzeltmeye yetmedi yine de bu, türkçe, "s.... git!" dedi. sonraki sözleri yine anlamadığım bir dildeydi ya, türkçe küfür duyunca üstüme bir gurbetlik filan mı çöktü nedir, çok duygulandım. peşinden gittim. beni duvara ittirdiğinde farkettim kolundaki dövmeyi. "Արամ Խաչատրյան..." diye fısıldadım. o da şaşırdı bunu bilmeme. ermeni asıllı rus besteci için 1998 yılında basılmış 50 dramlık paranın dövmesiydi bu. "öyle severim ki Խաչատրյան'nın bestelerini,"dedim, "kolunda işi ne!?" cevabı duyduğumda, şaşıran bendim. "o benim büyükdedem."

sonra en yakın arkadaşım oldu, gayane. ermenice, neşeli demek isminin anlamı ve büyük dedesinin de bir balesinin adı aynı zamanda. büyükdedesi hakkında çok konuştuk. onu, halk müziği temalarıyla senfonik eserler besteleyerek, elitist klasik müziği, halkın anlayacağı bir duyuşa çevirdiği için, gerçek bir komünist olduğu için sevdiğimi söylediğimde, dedesinin, komünist ideallere içten bağlılığını göstermek için bestelediği ikinci senfonisi, şekilci ve halk karşıtı bulunarak parti sekreteri şdovrin tarafından nasıl suçlandığını anlattı. dedesi için zor yıllarmış.

kendisi de müzik eğitimi almış, ama en çok dedesini, dedesinin senfonilerini anlatmayı seviyordu. "düşün,"diyordu, "tek sözcük rusça bilmeden tiflis'ten çıkıp moskova'ya gitmiş. hiç müzik eğitimi almadığı halde, gnesin müzik okuluna viyolonsel öğrencisi olarak kabul edilmiş!" "olmak istediğin şeye cüret edip, kalkışırsan eninde sonunda o olursun,"demiştim. "ama deden, halk müziği ezgilerini senfoniye uyarlamasıyla değil, dünyaca ünlü senfonistlerin sonuncusu, dahi bir müzisyen."

gayane niçin orada, italya'da bir hapishanede olduğunu anlatmayı pek sevmiyordu. birgün anlattı bana ya belki ilerde size de anlatırım. tutku dolu, karışık bir hikayesi var. "tek sözcük italyanca bilmeden buraya geldim,"derken dedesinin tarihini tekrar etmek istediğini anladım elbette, ama ona, üstün yeteneğin, dehanın genetik bir özellik olmadığını söylemedim.

bir gün çamaşırhane nöbetimiz sırasında beyaz çarşafa kömürle çizdiği dedesinin keman konçertosu notalarını bana hediye etmesini istediğimde, "varımızı yoğumuzu aldınız, bir çarşafın lafı mı olur," diyerek acı acı sitem etse de aramız hep iyiydi. ona dedesinin müziğini, türk motiflerini andıran ezgileri ve komposizyondaki folklorik öğeler nedeniyle kendime çok yakın bulduğumu söylediğimde, "bizim kültürümüze ait her şeyde türk izlerinin olması, tarihsel zalimliği bu kadar açık kanıtlarken, nasıl oluyor da vurdumduymazca inkar edilebiliyor her şey, anlamıyorum," demişti. ne denilebilir ki... "ben de anlamıyorum, gayane."

şimdi, üstünde porteler çizili o çarşafı açıp, gayene'nin heyecanla bana dedesinin keman konçertosunun notalarını açıklayışını, ıslıkla müziği çalıp, elimden tutup dans edişimizi hatırlıyorum.

"bak," diyor, "burda nasıl hızlı, ama metanetli, kahramanca bir vurgusu var müziğin."

"şimdi birinci bölüme kontrast şekilde kafkas ezgisi geliyor; hissettin mi?"

"burdaysa, ağır, tutumlu... ama ah, nasıl lirik..."

o güzel günden birkaç gün sonra gardiyan, beni müdürün çağırdığını söyledi. odasına girip, türk kırmızısı halının üstünde beklerken, sevgili müdürüm, masasında oturmuş bir takım evrakları imzalıyordu. keman soyguncuları arnavutluk sınırında yakalanmış, benimle bağlantıları kurulamamış. serbestmişim. benden bir şey isteyip istemediğimi sordu. "isterim," dedim. bahçeye inip, gayane'ye doğru yürürken, hoparlörden, adı bilmece olan dedesinin müziği duyuluyordu.




not: cremona hapishanesinden çıktım anlayacağınız üzere. biraz değiştim. eski coşkulu neşem kalmadı pek, renkleri de eski parıltılarıyla algılayamayacağım çok açık. ama kötü mü oldu bu? hiç sanmam. sevgili gayane ile tanışıklığım, size ünlü ermeni asıllı rus bestecisinin adını sormak için de hoş ve anlamlı bir vesile oldu. bestecinin maskarad, spartaküs balelerini, piyano, flüt, keman konçertolarını, iki senfonisini zaten defalarca dinlemişsinizdir.

peki siz, siz ne hallerdesiniz acaba?




26 Mayıs 2010 Çarşamba

lavtacı juan leonardo martinengo'nun heyecan dolu kavuniçi macerası I





Mazlumların tanrısı dilsizdir


Artık bizim kral ve kraliçemiz değil Ferdinand ve de İsabel. Yurdumuz değil İspanya. Engizisyon başladı. Evlerimizden bohçalarımızla, valizlerimizle koşarak çıkıp arkada bıraktığımız bu ülkede engizisyon ateşleri alev alev. Annemle babamı da aldı bu ateş... “Çünkü bizim kendi Tanrımız var.” Böyle dedi babam. Ve onların Tanrısı İspanya’nın katolik olmasına karar verdi. 13 yaşındayım ve ölmeye götürülürken annem, söz verdim ona; hayatta kalacağım. Bu, hayatta kalanın öyküsü.

Son hamursuz bayramında evlerde toplanıp geç saatlere kadar şunu konuştu büyüklerimiz: Nereye gideceğiz?






Juan…Lavtanı çal, kederli olmasın şarkın n’olur

2 Ağustos 1492 tarihinde güneş Palos limanına doğuyor. Hastalıklı, durgun, sıcak hava denizin üstünde buğulanıyor. Sessiz ve uykulu gökyüzünden aşağıya kaydırırsanız gözlerinizi, önce limandaki koca gemiyi, zır deli Kristof Kolomb’un Hindistan’a yeni bir yol bulmak için kullanacağı gemiyi görürsünüz. Ve onca kalabalık limandaki gürültü, İspanya adliyesinin aradığı bir yığın suçlunun çalışacağı bu gemiden çıkmaktadır sadece. Limandaki diğer üç küçük gemiye doluşan 250 bin yahudi sessiz, ama kımıltılı, ürpertili…

Çünkü ülkemizi terk etmek için verilen dört aylık süreyi iki gün aştık.

İşte, Kolomb’un kocaman gemisi limandan çıkıyor ve bizim küçük teknelerimiz derin dalgalar üzerinde sarsılırken korkuyla tutunacak bir yer arıyorum. Elimden çekip beni dizinin dibine oturtan Juan’la böyle tanıştım. 20 yaşlarında ve şakacı bir yüzü var. Burada salt acı varken, korku dolu gözlerime sıcak bir gülümseme ile bakıp, omuzumu sıkıyor ve ben o anda, işte o anda anlıyorum hayatta kalacağımı. Ne arkaya, terkettiğimiz kıyıcı alevleri yükselen ülkemize bakabiliyorum ne de kuşku dolu ufka. Juan… Ceplerinde taşıdığı, uçlarının sivri olduğu belli aletlerin ahşap sapları dışarı taşıyor ve bazen yüzünü buruşuruyor. “Acıtıyor mu?” diye soruyorum. “Acı iyidir bazen,” diyor, parmağıyla burnuma şöyle bir dokunup,“ölmediğini gösterir, değil mi?” diye ekliyor. Gülüyorum… Kucağında beze sarılı şeye dokunup, “nedir bu?” diye soruyorum. Biraz duruyor, sonra beni oyalmak ister gibi açıp gösteriyor.
“Aa lavta bu! Lavta mı çalıyorsun!?”
Gülüyor. “Çalarım biraz, ama ben lavtacıyım, lavta yaparım asıl, diyor.”
Bir balad çalmaya başladığında limandan çoktan çıkmış batıya gidiyoruz. Portekiz kralına adam başına bir duka verdik çünkü ve altı ay orada nefes alabileceğiz.

“Ona güvenebilir miyiz?” Bakışlarını çeviriyor büyükler ve anlıyorum, başka çaremiz yok.






Bu kaç kapılı cehennem?

İspanya’dan daha karanlık, daha kanlı Portekiz. Yabancıyız ve yabancıları sevmiyorlar. Altı ay geçti ve umut ediyoruz ki Portekiz Kralı bizi unutsun. Yaşlı bir kadın ve küçük torunuyla yaşadığım kulübede yanan ocağın başında sökük dikerken, sokaktan tedirgin ayak sesleri duyuluyor. Tahta kapımız gürültüyle çalınırken, İgnaz Nine’yle korkuyla bakışıyoruz. Kapıya doğru giderken, “Roza, sen dur,” diyor, gidip kapıyı aralıyor. Onun arkasından korkuyla aralık kapıya bakıyorum. Juan bu! Fısıltılı ama kesin, “Kaçmamız lazım. Süre bitti. Kıyım başladı. Bulduklarını öldürüyorlar. Yarın sabaha karşı limandan yola çıkıyoruz,” diyor. Başını kederle eğen İgnaz Nine’nin arkasındaki beni farkediyor Juan. “Korkma… korkmayın, kurtulacağız.”

Telaşla ayrılıp, Mart ayazında, daracık sokakta, çamurlara bata çıka başka bir evin kapısına doğru karanlıkta kayboluyor.


not: temel tarihi olaylar ve juan leonardo martinengo karakteri gerçek; hikayedeki olayların çoğu ve diğer karakterlerin hepsi uydurmadır.

20 Mayıs 2010 Perşembe

kaybolan fotoğraf bulundu!

Başım belada. Gardiyan, tek kişilik koğuşumun kapısını açıp, başıyla, “çık” işareti yaptı. Hapishanede en lüzumsuz soru, “neden?” sorusudur. Sesimi çıkarmadan çıktım. Koridor kapısını açarken, “müdür seni görmek istiyor,”dedi. İtalya’nın Cremona şehrinin hapishanesinde tutuluyorum saçmasapan bir nedenle. Suçsuzluğumu ispatlamaya yönelik en ufak bir çaba, özgürlük için şu kadar bir heves duymadığım için de beni ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Cremona’da, katedral yanındaki büyük şehir meclisi binasında tutulan beş Cremona kemanını ve bir de viyolayı çalmak isteyen uluslararası bir şebekenin üyesi sanıyorlar beni. Sorgudan anladığım kadarıyla ben, şebekenin kemanların sahte olup olmadığını anlamak için tuttukları sanat danışmanıyım. Tek cümleyle gerçeğin bu olmadığını söyledim. Onlar aksini iddia ettikçe de sustum. Yorgunum. Kavuniçi konusundaki araştırmamı bitirdim nasıl olsa ve üstünde çalışmak için de hapishane koğuşundan daha iyi bir yer olacağını sanmıyorum. Odamın yukarısındaki demir parmaklıklı pencerenin dibine taşıdığım masada çalışırken, kavuniçi renginde batan güneşin ışınları masama düşüyor ve ben talihsizliği oranında neşeli bir tabiata sahip, kemanlarda kullanılan ünlü kavuniçi renginin mucidi Juan Leonardo’yu düşünebiliyorum.

Müdürün odası, 19. yüzyıl rönesans stili mobilyalarla tıka basa dolu bir müze odaydı. Bir resmin içine fırlatılır gibi itildim odanın ortasına. Eski bir Türk halısının üstünde durdum. Halıdaki Türk kırmızısının sırrına da ulaştığını biliyorum Leonardo’nun ve size bunları da yazmak için bol bol vaktimin olacağını umuyorum. Müdür, işlemeli ceviz masasının arkasındaki pencerede arkası dönük durmuş, camdan bakıyordu ve onun dalgınlığı bana İsmet Özel’in ils sont eux şiirindeki valiyi hatırlattı. Parmaklarını kızıl saçlarında dolaştırıp bana döndüğünde, elbette düştü bakır dudak. Onun adına çok hüzünlendim ve “mesainin bitimine on kala istifa edecek ve sınıf arkadaşınız nalbantın dükkanına yayan gideceksiniz,” dedim. Başını esefle sallayıp masasına oturdu. “Deli olduğunuzu düşünmek için güçlü nedenlerim olsa da, benim sizi deli sanmam konusundaki bu çabanız, sizin deli olmadığınızı doğrular nitelikte,” dedi. Başımı çevirip, neo-klasik tarzda yapılmış camlı, alçak kitaplıkta Lacan’ın kitabını bulmayı ümit ettim, ama yazık, varak yazılarla süslü, koyu renk ciltli İtalyan Ceza Yasası kitapları vardı sadece ve bu kitapların saçmalıklarla dolu içeriğine hakimdim, çünkü bizim Türk Ceza Yasası da İtalya kökenliydi.




Müdür, önündeki kağıtları kibirli ve korkutucu bir suskunla karıştırıyor ve ben kırmızısının gizemi, olup olacağı inek dışkısı olan halının üstünde öylece dikiliyordum. Neden sonra kağıtlar arasında gezinip, bakır dudağı düşüren bembeyaz elleri, bir fotoğrafta karar kıldı ve fotoğrafı göreyim diye kendisini ve fotoğrafı yan çevirip, işaret parmağı ile fotoğrafı gösterdi. Bu gösterme dili, evine gezmeye gittiğiniz yaşlı teyzenizle fotoğraf albümünü karıştırıyor ve o kırışık, damarlı, titrek parmağıyla bir fotoğrafı işaret ediyor gibi duygulandırdı beni. Seviyordum müdürümü ve ne yapsa bana dokunaklı geliyordu.


Yüzünü sertçe fotoğraftan bana çevirip, “yaklaş, bak!” diye emretti. Yaklaşıp, baktım. “Tathata!” dedim.“Tathata?” diye tekrarladı karşılıklı şarkı söylüyormuşuz gibi. “Sanskritçe,” dedim. “Parmağını uzatıp, ‘o, bak,’ diyen küçük çocuk söylemi.” Ağlayacak gibi buruşturdu suratını. “Yapmayın Bayan Lusin, bu toplantıyı, hapishanenin huzuru için olduğu kadar sizin iyiliğiniz için de tertipledik. Hapishane fotokopisinden bu fotoğrafı onlarca kez çoğalttırıp, hepsini duvarınıza yapıştırmışsınız,” dedi. “Neden!?” Nasıl açıklayacağımı bilemiyordum. Önce eylemin anlamını açıklamakta karar kıldım; “biliyorsunuz, fotoğrafta olan yalnızca bir kez olmuştur. Ben onu mekanik olarak yineledim, ki mekanik bir çoğaltma yoluna gitmiş bile olsam, varoluş açısından bir tek kez olanı derinliğine hissetmekti amacım. Bu fotoğrafı kavrıyor, ama algılayamıyordum çünkü."

“Alın Bayan Lusin, iyice bakın şu fotoğrafa,” derken, ses tonunda “ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet” der gibi şiirsel bir ton vardı ve ben gittkçe daha çok bağlanıyordum müdürüme. Duvarımda onlarca kopyasına baktığım fotoğrafa bir de onun önünde bakmamı istiyor, fotoğrafa bakan bana bakarak, fotoğrafın ve benim bu fotoğrafa tutkumun sırrını çözmeye çalışıyordu. “bilmece işte bu,” dedim. "Mektuplaştığım bir adam vardı. Ondan fotoğrafını istedim. Bana gönderdiği fotoğrafın 19.yüzyılın sonlarına ait olduğu çok açık. Bu fotoğrafta görülen adamlardan hangisi olabileceğini bilmemi istemiş. Çünkü eğer onu bulursam, ‘tutku ve nesnesi' ikiliğini birbirinden ayırmamacasına birleştirmiş ve böylece aramızda olanı bu fotoğrafa indirgeyerek çözmüş olacakmışım”

“Ah, Bayan Lusin, konuşamıyorum sizinle… Anlamıyorum sizi… Geçelim şu fotoğraf mevzusunu şimdilik,” dedi kafası karışmış, sıkılmış müdürüm. Öksürüp, sesini temizleyip, ayıp bir şeyden bahsediyormuş gibi yüzüme bakmadan, “koğuş komşularınız sizden şikayetçiler. Sabaha karşı duvarı yumrukluyormuşsunuz,” dedi. “Kabuslar…” dedim. Yüzüme dikkatlice bakıp bu sefer, “Tuhaf birisiniz siz,” dedi. “Sıradan acıları tuhaf bir şekilde çeken biriyim sadece,” dedim. “Nedir, kabuslarınızda olan biten?... Merakımdan soruyorum, hapishane hayatı mı zor geliyor, çıkmak mı istiyorsunuz? Şebeke arkadaşlarınızın adını verir-” “hayır, hayır!” diye sözünü kestim. “Hapishaneniz çok güzel. Çok memnunum. Benim sorunum, zihnimdeki hapishaneden çıkamayışım. Bildiğim her şey, zihnimdeki duvarın bir tuğlası. İşte zihnimdeki bu hapishaneden çıkmak istiyorum ben. Bildiklerimin hepsini unutup, Budistlerin sunya, boşluk olarak adlandırdıkları gerçekliğe böylece ulaşmak istiyorum…” hala elimde tuttuğum fotoğrafı sallayarak, “bu fotoğrafa bakarken kültürsüz ve ilkel bir insan olmak ve onu öylece algılamak istiyorum. Anlamıyor musunuz bunu?”

Öylece durduk bir süre. Ben, penceredeki kavuniçi renginde parlayan güneşe dalmışken, müdürün sesiyle kendime geldim; “sizi revire gönderiyorum şimdi,” dedi, “doktor, uyumadan önce içmeniz için bir sakinleştirici versin. Duvarınızdaki fotoğraflar da kalsın. Nasıl istiyorsanız artık... Hırsızlık şebekesinin üyesi olmasanız bile toplumun huzuru, tuhaftır ki, en çok da sizin huzurunuz için burada kalmanız gerekiyor anlaşılan.” Çok iyi anlaşıyorduk müdürümle. Ona minnet dolu gözlerle bakıp, teşekkür ettim, Türk kırmızısı halıyı arkamda bırakarak koridora çıktım.


* anlamışsınızdır ya, bilmeceniz şu: yukarıda görülen fotoğraf bir şairin yüzyıllar sonra bulunan kayıp fotoğrafı. size bu şairin adını soruyorum. fotoğrafın çekildiği şehri de ekleyin isterim ama orası size kalmış.


//

erhan bey'in ödülüdür:

neşeyi kaybettiğimi söylediğimde gece saat ikiydi. cremona'daki hücremde, dar, sert yatağıma uzanmış, tepedeki penceremden, aysız, kapkaranlık gökyüzünü ve mahpus gözlem lambalarının ışığında yağan yağmuru izliyordum ve erhan bey, ölesiye kederliydim.



uyuyabildiğim birkaç saatin sonunda, ışık ve gölge yüklü, kuşku dolu bir gökyüzüne gözlerime açtım ve içimde erhan bey, kapkaranlık, ağır bir sıvı gibi döneniyordu keder ve o kedere bakan ben, keşke macbeth'in cadısı olsaydım... keşke dünyaya nefret dolu bir oyunbazlıkla bakıyor olsaydım. böylece, dünyayla ilişkimi bir nefret üstüne, bir intikam, bir istediğini alır, tuttuğunu koparır hırs üstüne kurabilir, belli hedefine odaklanabilir, her tür aracı makul karşılayabilir ve başarmak derdim, hayatın anlamı bu işte... bir cadının kötücül kahkahasındaki neşe, dünyaya alaycı bir bakış ve onun düzenbazlığına savrulmuş bir küfürdür.



yok, bendeki neşe hiç bir zaman böyle olmadı.



çünkü erhan bey, ben, sonsuz, zamandan, mekandan bağımsız, kuşku ile bulandırılmamış, her durumda ibresi iyiliğe ve saflığa dönük bir halde olmanın peşindeyim. böyle bir şeyin peşinde olan insanın vay haline. her şeyden önce, kendi ruhunun kasveti, tehditkar bir gölge gibi peşinden ayrılmaz ve bu gölge insani her zaafını, taleplerini ve arzusunu zehir gibi bir alaycılıkla yargılar ve onun dünyadaki varlığını kuşkularla yorar, yorar.



insanın iyi olma gayreti küstahlıktan, kibirden başka bir şey değildir. size diyeyim günahtır bu, lanetlenirsiniz. iyi insanların ruhu, tanrı'nın zevk aldığı oyun bahçesidir. sizi sınayıp durur. her seferinde daha zoru, daha zoru... dünyanın keyiflerine gönül indirip, “yenildim, tamam, ben terazisi iyi ile kötüyü ayırdedecek kadar güçlü biri değilim, kusurlu, sıradan bir insanım sadece,” demenizi bekler. dua etmeliyim ruhumun kurtuluşu için, erhan bey, ki cremona'daki hücremde bunu yapıyorum hep. dizlerim çürük içinde kaldı, tanrı'ya açılmış avuçlarımı duanın sonunda yüzüme kapatıyorum ve kendi içimin kuyu karanlığında bir an olsun huzura erip şu son duayı ediyorum: "içimdeki sancıyı bitir, tanrım. ruhunun alanı bütün kötülükleri ve iyilikleri anlamaya çalışacak kadar genişlemiş bu küstah kulunu bağışla. ruhunun tekrar büzülmesine, küçülmesine, kendisi kadar olmasına izin ver. onun kendi sıradan dünyasına geri dönmesini sağla. sen, anlayan ve bağışlayansın tanrım."



tüm isteğim neşeyi bulmak. neşe en kıymetli olandır. senin sen olmana rağmen yakalayabildiğin neşe, kutsaldır. insanlar genellikle neşe öğütme makinesi gibidir. cahillikleri, kabalıkları, anlayışsızlıkları ile. kendi zavallı ruhlarının selameti için içlerindeki sağduyunun sesi, seni, içindeki neşeyle birlikte öğütmeye yöneliktir. elektrik verirler sana aşırıya kaçarsan, elektrik sağaltım odasından embesil bir suratla çıkıp, sıraya girdiğinde işler yoluna girer onlar açısından. düzen sağlanır.



neşeyi korumak için kendini melankolinin sözcükleriyle tanımlayıp duran o çok bilmiş insanlardan da kaçman gerekir. ben sinestezik biriyim, size yabancı gelecek şu açıklama belki ama neşe, ergüvani ve koyu mavi renklerde pırıl pırıl bir sözcüktür, benim sinestezik anlayışıma göre. bu melankoli müptelası insanların sözcükleri ise kara kışta, derme çatma kulübesindeki teneke sobada en ucuz ve nemli kömürü yaktığında evin hanımı, (dışçekim/ev) evin bacasından çıkan duman ve bu dumandan süzülen istir. neşeye bulaşan budur. ve sen telaşlı ellerinle bu sisi neşenden sıyırmaya çalışırsan hepten bulanırsın bu melankoliye.



bu nedenle erhan bey, bu hapishane hücresi bir şans benim için. uzak kalmalıyım insanlardan. ama ah nasıl yalnızım. içimde canlı olmanın dayattığı bir şey var; kendi türünden canlılarla birlikte olma dürtüsüyle başedemiyorum. biri olsun, sadece bir kişi, bu dürtüyü başrolden çıkarmak için ve sözleriyle bana neşe veren biri, ki ayakta durabileyim, yaşamak için bir ışıkçık olsun, kalsın içimde böylece, kararmasın hepten içim. ama yok. varolanların sözcükleri derine kadar inip bana ulaşmıyor, benim sözcüklerimse… ah, ne anlamı var artık sözcüklerin… bazen bir umut beliriyor içimde, bir gölge görüyorum, anlayış dolu, sevecen, şefkatli bir gölge… heyecanlanıyorum, ayağa fırlıyorum, neredeyse coşkuyla doluyor içim ve sonra sözcükler, sözcükler… oysa anlaşılıyor ki sonra erhan bey, o benim kendi hayaletimden başkası değil.



bazen de şöyle düşünüyorum erhan bey, seçtim mi bu karanlık, küçük hücrede yaşamayı, yoksa itildim de, o tanrının cezası gururum yüzünden seçmişim gibi bir havalarda mıyım? o zaman acıyorum kendime, böylesine yalnız bırakıldığım için. şu hırsızlık şebekesinin üyesi olmadığıma inanıp, ele güne karşı tarafımı tuttuğunu gösteren tek bir dosta sahip olmadığım için. dostlarım ziyaretime gelmez, neredeyse fısıltılı bir sesle mektup yazarlar. beni hayal kırıklığına uğrattılar. ne denli incindiğimi anlayamadılar. gerçi bunu hiç belli etmedim ve onlardan neşe dolu yanıtlarımı esirgemedim. ama sözcüklerin böylesi bana iyi gelmiyor.


tanrı ile benden başka hiç kimse yok bu hücrede. tanrı ile arama girecek birilerini beklemekten de umudumu kestim.


vazgeçtim.

tanrı, neşe dolu ışığını sizden esirgemesin.

amin.




14 Nisan 2010 Çarşamba

yeraltından şiir çıktı

bir sey kalmaz geride, hiç bir şey. hiçiz biz.
biraz güneşte, biraz havada geciktiririz
üzerimize çöken solunamaz karanlığı,
küçük düşürülen, dayatma altındaki yeryüzünü.
üreyen, ertelenmiş cesetler,
kararlaştırılmış yasalar, görülmüş heykeller,
bitirilmiş methiyeler...
her bir şeyin kendi mezarı vardır.bizlerin,
bildik bir güneşin kan bağışladığı etin akşamı
oluyorsa
onların neden olmasın
öyküyüz biz,öyküler anlatan, başka hiç

bu okuduğunuz ve diğer fernando pessoa şiirlerini danca'ya çeviren bir şair çevirmen var. bir akşamüstü beyoğlu şarapevi'nde birer kadeh şarap içip laflarken, "danimarkalılar'ın belirgin bir mizah anlayışı var. şiirlerinizde en çok bu mizah duygusunu seviyorum," dedim. şairlerle bir tek onların şair olduklarını unutarak konuşabilirim aslında. çünkü şiir öyle doğaötesi öyle usdışı öyle ruhani bir şeydir ki, her iyi şiiri bir kutsal kitap metni ile karşılaşmış gibi vecd halinde okuyorum ve iyi şiirlerin şairleri insanda bir hayalkırıklığı yaratmak için birebirdir.

ama o akşam yapamadığım bir şeydi bu çünkü bu şairle şu konuda anlaşıyorduk: "bir şiiri anlamak, o şiiri yazanla aramızda belli bir uzaklık gerektirir, böylece şiirdeki doğaötesi öğe, genel, soyut bir düzeyde algılanabilir." eğer bir insanla uzaklık konusunda anlaşmışsan o mesafenin rahatlığıyla konuşabiliyorsun da. benim yukarıdaki iltifatıma nedense acıklı acıklı gülümseyip, bu cümlem kadar röportaj serinliğinde yanıt verdi. "eh, shakespear'deki ya da sizin yunus emre'deki mizah boyutundan daha derin değil bendeki mizah anlayışı." " ama," dedim, " şiirlerinizde yaşadığınız ülkenin kültürel, siyasal, coğrafi etkileri vardır muhakkak." "şiir konusuna böyle toptancı bir anlayışla yaklaşamazsınız," dedi. bir kadeh daha şarap isteyip istememekte tereddüt etmesi beni biraz üzdü; çünkü sığ sorularımla onu sıktığımı düşünüyordum. bekledim. neyse ki kadehi kaldıtrarak, uzaktaki garsona bir kadeh daha istediğini bildir de rahat bir nefes aldım. "bir ozanın neye inanıp neye inanmadığı, iyi bir şiirinin sadece bir bölümüdür. bir ozanın kendini anlatması güçtür. kendisi ve şiiri hakkında bilgisi çok azdır; şiire dönüşen özdeği çözümleyip aydınlatamaz -bunu yapabilse, yazmayı sürdüremezdi zaten." "anlıyorum," dedim, "şiirinizin anlaşılmasını dilemekten başka çareniz yok o halde." gelen kadehini kaldırıp, sevimli sevimli gülerek, "iyi okurlara gönül burcumuz büyük," dedi. ben de kadehimi kaldırıp, "bırakıp gidersen beni şiirinize içelim" dedim.



bırakıp gidersen beni

bırakıp gidersen beni deli olurum
dama çıkar kurşun sıkarım yoldan geçenlere..
bırakıp gidersen beni jimi hendrix plağını pikaba koyar
hep aynı parçayı çalarım ölünceye kadar
bırakıp gidersen beni on kasa viski getirip kafayı çeker
evin girişinde bekler nara atarım
bırakıp gidersen beni tutar çocukluğunda oynadığın bebeği
kılım kıpırdamadan elektrik süpürgesinin kordonuyla boğarım .
bırakıp gidersen beni buzluğu en soğuğa ayarlayıp içine girer, uzanır uyku bastırsın diye beklerim
bırakıp gidersen beni rehberde adı olan herkese telefon eder
her seferinde deli gibi gülmeye başlarım
bırakıp gidersen beni bütün giysilerini dolaptan alır
odanın ortasında ateşe veririm
bırakıp gidersen beni şişedeki yoğun nişadır eriğini bir dikişte içer bitiririm
bırakıp gidersen beni aynanın önüne geçer
usturayla suratımı paramparça ederim
bırakıp gidersen beni
oturup gözlerimi duvara diker,
öylece beklerim geri dönmeni..


bilinmez bir bozkırda, içinde rüzgarların uğuldadığı yıkıntıları kalmış bu sarayın bilmece üyesi, yeraltında bir ölünün düşlerinde yaptığı bu söyleşinin şairini biliyorsan, sana şairinden bir şiir var.

18 Aralık 2009 Cuma

bir emniyet müdürlüğü arşivcisinin şifreli itirafı




Adli týp doktoru olma isteðim, henüz çocukken baºlayan ve annemi dehºete düºüren migren aðrýlarým, bozuk sinirlerim, sinirsel kasýlmalardan muzdarip midem yüzünden fiyaskoyla sonuçlandý. Doðru düzgün bir eðitim alamadým. ªans yine de yüzüme güldü ve insan bedenine duyduðum tutkulu ilgimi doyuracak bir meslek edinebildim; Ý… ºehri emniyet müdürlüðünde arºiv sorumlusu olarak çalýºýyorum. Arka bahçeye bakan odalardan birinde dilediðimce yalnýzým. Mesleðim, zararsýz kaðýtlarý tasnif ediyor olmam nedeniyle benim için kaygýlanýp duran annem açýsýndan yeterince güvenli; kanlý cinayetlerin fotoðraflarýna karºý soðukkanlý bir duruº kazandýðýmý hesap eden babam içinse gerektiðince erkeksi. Bense… daha yüreklice nasýl anlatýlýr bilmiyorum… narin bedenimin arkasýnda sapkýn bir ruh taºýyorum ve bu ruh, parçalanmýº insan bedenlerini anlatan tutanaklar, yerinden sökülüp yeniden çile yapýlmýº baðýrsaklar, koparýlýp abajur saksýsýna yerleºtirilmiº kafalar, ele tutuºturulmuº cinsel organlar, aðza týkýºtýrýlmýº kulaklar, kendince titiz bir düzenlemesi olan ama sýradan bir göz için darmadaðýnýk býrakýlmýº incelikle parçalanmýº ceset fotoðraflarýyla tatmin olabiliyor. Mesleðim ailecek mutlu ediyor bizi.

Henüz çocukken, anneciðimin özenle içirdiði ýlýk sütlere raðmen uyuyamaz, uzaylýlar tarafýndan kaçýrýldýðýmý düºlerdim. Bambaºka organlara, bambaºka beden oranlarýna sahip uzaylýlar, insan bedenime ºaºkýnlýkla, ilgiyle bakarlardý. Ben de onlarýnkine. Çocuk düºgücüyle, uzaylýlarý, bacaklarý kafalarýndan çýkan, gözleri karýn bölgelerinde faltaºý gibi açýk saða sola dönen, kulak varsayýlan organlar yerinde iki pembe dil sallanýp duran yaratýklar olarak tasavvur edrdim. Uzaylýlarla birbirimizi eller dururduk. Ten denilen ºey bizi kýsýtlar, ellerimizle o fazlalýk örtüyü delip içeriye daha içeriye bakmak isterdik. Hep daha yakýn olmak isteyen dostluðumuz göz yaºartýcýydý.

Bir cinayet sahnesini ahlaki ya da hukuki olarak deðerlendiremeyip onu bir sanat eleºtirmeninin bakýºýyla incelediðim için tanrý beni affetsin. Her yeni cinayet dosyasýndaki fotoðraflar benim için sadece ama sadece estetik bir deðerlendirmeye tabii. Katili bir günahkar olarak deðerlendirmek bana kalýrsa, yapmacýk, özenti bir tavýr, ºýmarýk bir kibirden baºka bir ºey deðil.Yapmam bunu. Onu, alçakgönüllü bir sanatçý olarak deðerlendirir, yokediº eylemini orijinal bir yaratý, titiz bir çabanýn sonucu olarak görürüm.

Bazý zamanlar, koridorun dibindeki odamdan çýkýp, eserini heyecanlý gözyaºlarýyla alkýºladýðým katilin sorgusunda bulunmak için can atarým. Sorguda, anlýk cinayetlerin katillerinin itiraflarýný bir tür yandaºlýk duygusuyla dinlerim. Doðrusu tutkum, tasarlanmýº, kanlý cinayetlerse de anlýk cinayetlerin komedisi de büyüler beni. ªöyle derler mesela;

“Sütlü kahvesini küçük bir kaºýkla karýºtýrmaya baºladý. Sývý, alüminyum aletin bu ºiddetli müdahalesiyle taºtý. Fincan bayaðýydý, kahvehane de ikinci sýnýftý, kaºýðýn üstünde geçmiº günlerin pasý vardý. metalin cam üstünde çýkardýðý ses duyuluyordu. ªýngýr mýngýr, ºýngýr mýngýr. Sütlü kahve, ortasýnda girdap gibi bir delikle ha babam dönüyordu.

Karºýsýnda oturuyordum. Kahvehane doluydu. Adam durmadan karýºtýrýyordu. Dingin, gülümseyip bana bakarak. Ýçimde bir ºey kalktý. Ona öyle bakmýº olmalýyým ki, açýklama yapmaya zorunlu hissetti kendini.
-Bir türlü erimedi ºeker.
Bunu kanýtlamak için kaºýðý bir iki kere fincanýn dibine vurdu. Sonra daha büyük bir güçle karýºtýrmaya koyuldu yine. Karýºtýr babam karýºtýr. Durmaksýzýn, dinlenmeden! Camýn üstünde kaºýk sesi. ªýngýr mýngýr, ºýngýr mýngýr, durmadan, sürekli, sonsuza dek. Dön Allah dön. Gülümseyerek bana bakýyordu. Tabancamý çýkarýp ateº ettim.”

Ben, sorgu odasýnýn camýndan itirafý dinler, kendimi tutamaz, kýs kýs gülerim. ݺ arkadaºlarým büyük bir ciddiyetle, yadýrgayan gözlerle bakarlar bana. N’apayým, anlýyorum adamý, yürekten de katýlýyordum hem.

Mesela siz hiç iliºkinin doðasý da gereði dostunuzla ayný ºeyleri düºünmenin insaný düºüreceði ºöyle bir çaresizlik yaºamadýnýz mý?

“ Doðrusu bunun ortaya çýkacaðýna inanmýyordum. Evet, en iyi dostumdu. Kuºkusuz. Ben de onun en iyi dostuydum. Ama son zamanlarda ona tahammül edemiyordum. Aklýmdan geçen her ºeyi önceden biliyor, tahmin ediyordu. Kaçmak olanaksýzdý. Aklýmda henüz ºekillenmek üzere olan düºüncelerimi bile önceden biliyordu. Çýrýlçýplak yaºýyor gibiydim. Ýyi hazýrladým ölümünü. Belki cesedi anayolun fazla yakýnýna býraktým.”

Bunlarý dinlerken, içimden zýp zýp zýplamak, kahkahalar atýp dansetmek geliyor.

“ -Bir lokmacýk daha?
Hayýr diyemedim. Üstelik pilavý da hiç sevmem.
-Biraz daha. Ha, almazsan pilavýmý sevmedin demektir.
Gýrtlaðýma kadar doymuºtum. Yapmaktan baºka çarem kalmamýºtý. Zavallý kadýn, gözleri açýk gitti sonsuzluða.”

“Onu önce düºümde öldürdüm. Sonra bunu gerçekleºtirmek zorundaydým. Baºka yolu yoktu”

Çok ºiirsel, deðil mi?

“Býçaðý aºaðýdan yukarýya, bir mandayý deler gibi soktum. Seviºirken boº gözlerle tavana bakýyordu çünkü.”

Süper! Süper! Kadýnlara ibret olsun diye gazetelerde yayýnlamalý bunu, hiç deðilse orgazm taklidi yapmayý düºünürler böylece.

“ Benden kuvvetli olduðu için öldürdüm onu.”

“Ondan daha kuvvetli olduðum için öldürdüm onu.”

“Midem aðrýdýðý için öldürdüm onu”


Ya da çok ºairane itiraflar;

“Siz, düzen adamlarý, iºleri týkýrýnda gitmiºler, asfalt yollarýndan sapmamýºlar,
paranýn deðerini analarýnýn karnýnda öðrenmiºler, her zaman kendi yaºýnda hep doðru yerde bulunmuºlar, hayatlarýný iºlerine gelen teoriye uydurmuºlar, iºlerine gelen teoriyi bellemiºler, siz zavallýlar,ciðeri beº para etmezler.

Geberip gittiðimizde ayný bokun içinde, ayný leº kokularýný salmakla mý, Allahsýz bir öbür dünyanýn var olduðuna hep birlikte kani olduðumuz o kapkaranlýk boºlukta mý eºitleneceðiz diye teselli bulacaktým! sizi ºerefsizler!

Ancak topunuzu mezara gönderirsem, tek tek mezarýnýza tükürürsem içim rahat eder.
Kana susadým kana! Büzüºmüº yüreðiniz, boº zamanlarýnýzda çalýºan vicdanýnýza ters mi geldi ha!”

Katil, daha sonra hüngür hüngür aðlayarak, karºýlýk bulmamýº bir aºk acýsýyla cinayeti iºlediðini itiraf ettiðinde, tiksintiyle baºýmý çevirdim. Nedensiz cinayetlerini sadece cinayet estetiði yüzünden iºleyen bir dost kazandýðýmý sanmýºtým. Yazýk.
Ama geçelim bunlarý. Benim için kutsal olan, ayrý bir çekmecede tek baºýna sakladýðým, Londra’da iºlenmiº seri cinayetlerin dosyasýnýn kopyasýný açýyorum her akºam bir ayin yapar gibi. 1888 yýlýnýn Whitechapel’ini bir ibadet alaný gibi dolaºýyorum hayallerimde. Tamamý fahiºe olan kurbanlarýn önce boðazlandýðý, sonra boðazlarýnýn kulaklarýna kadar kesildiði, karýn ve cinsel organlarý deºilmiº, bazý organlarý çalýnmýº, bazen de burun veya kulaklarý kesilmiº ve mektuplarýyla birlikte zarfýn içinde bulunduðu, hemen her seferinde cesetlerin dizlerinin karna kadar çekilmiº ve bacaklarý açýk bir ºekilde býrakýldýðý ºeklindeki o zamanýn polis kayýtlarýný, hayali resimleri nefesimi tutarak okuyor, inceliyor, okºuyorum.
Dosyasý cinayetlerden iki sene sonra kapatýlmýº, ancak Ýngiliz dedektiflerive bilim adamlarý, modern teknolojinin de yardýmýyla halen cinayetleri aydýnlatmaya çalýºýyorlar. Kusursuz cinayetlerin mükemmel örneðini veren bu ustanýn çalýºmalarýný ben de inceliyorum. Tarihi aydýnlatmak ya da onu ifºa etmek için deðil. Sadece ona hayran bir çömezinin, kimin ruhuna dua edeceðini bilmesi için.


***

unutulmuş not günler sonra hatırlanır:

bu yazıyı yazmadan önce,

. oğlak bilimsel kitaplar serisinden çıkan eugenia parry nin yazdığı, "bir albüm dolusu cinayet"

. mitor yayınlarından çıkan max aub'un yazdığı "örnek suçlar" (burada şairane itiraf dışındaki itiraflar bu kitaptan alınmadır)

. iletişim'den çıkan thomas dequincey'in yazdığı "güzel sanatların bir dalı olarak cinayet"kitaplarını okudum. peter ackroyd'un "cinayet sanatı" kitabı d aokunabilirdi ama bilmece yazma heyecanı sarmıştı beni bir kere. siz okuyun.


yazı webdings fontu ile şifreli yazıldı ama blogspot her ne hikmetse bu dağınıklığa daha fazla dayanamayıp kendince bir düzen getirmiş. böyle olunca yazının esprisi de azalmış. yetineceğiz.