1 Aralık 2010 Çarşamba

olan biten ve gayane'nin dedesi

keyfim yerindeydi. doktorun verdiği ilaçlar işe yaradı. geceleri kabus görüp duvarları filan yumruklamadım. diğer hapishane sakinleri ile ufak tefek sohbet de ediyorduk. beni, gereksizliği ile şaşırtıcı işlerin uzmanı olarak görüyorlardı. gülüyorlardı bana. mesela çoğunun bedeninde dövme var ya, "hıristiyan ermeniler önemli bir hac vazifesini yerine getirince gövdelerine işaret yaparlar. honk kong'ta da bir triad üyesini ejderha dövmesinden tanıyabilirsiniz," diyordum, şamata başlıyordu, hepsi gülerek omuzlarındaki, kalçalarındaki dövmeleri gururla gösteriyorlardı. "ah maria," diyordum, "senin denizkızı dövmendeki parlak renk, emprosyonizm'le çakışıyor." o zaman maria'ya " seni entel seni" diye sataşıyorlardı gülerek. onlara, "bir resme baktığında onu tüm duyularınla algılamayı başarırsan, seni kendi anlamına çeker ve işte gizini aralayabilmişsindir resmin ve nerdeyse ete kemiğe bürünür. bir tutku anındaki esrimeyi yaşayabilirsin o an. bence asiliğinizi vurguladığınız bu dövmelerle siz o esrimeyi kendi teninizde daim kılıyorsunuz. bu çok heyecan verici," dediğimde, anlamıyorlardı belki ama sessiz ve gururlu dinliyorlardı.... burada övgü o kadar az duyulan bir şey ki, bu övgüyü yücegönüllü bir sessizlikle kabulleniyorlardı. biri en sevdiği rengin mor olduğunu mu söylüyor. "ooo... cinselliğin ve iktidarın rengi. kleopatranın yelkenleri mor renkliydi ve hatta tüm sarayı mor porfir taşlarla süslenmişti," diye sezarlı, kleopatralı bir hikaye anlatmaya başlıyordum. dinliyorlar, çocuksu bir merakla soru soruyorlar, ama sohbet bitince de benimle dalga geçerek dağılıyorlardı. öyle de olsa yüzlerinde rahatlamış, bulundukları yerde olmanın ağırlığından uzaklaşmış duru ve güzel ifadeyi görüyordum.


o fotoğraf hikayesini konuştuğumuz günden son ana kadar, müdürümle görüşmedik. ama avluda dolaşırken, arkadaşlarımla konuşurken, öyle sanıyorum ki gözü, hapishanesinin bu tuhaf konuğunun üstündeydi. bir seferinde penceresinde bir gölge görüp el salladım. gölge derhal kayboldu:) seviyordum müdürümü. gardiyanlar, doğrudan, açık seçik bir ifadeyle, yargılamasız bakıyorlardı insanın yüzüne, sanki el birliğiyle bir iş gününü daha bitiriyorduk, filan. iyiydik.

yalnız kızlardan biri vardı ki benden uzak durup, karşılaştığımızda da anlamadığım bir dilde kötü kötü söyleniyordu. bir seferinde yemekhanede yemeğimi almış masaya giderken ayağıma çelme taktı, boylu boyunca düştüm. gardiyan farketmiş yaptığını, derhal gelip, çekiştirip götürürken kızı, durdurdum. "hata benimdi," dedim, "onun bir kabahati yok." kızla aramızı düzeltmeye yetmedi yine de bu, türkçe, "s.... git!" dedi. sonraki sözleri yine anlamadığım bir dildeydi ya, türkçe küfür duyunca üstüme bir gurbetlik filan mı çöktü nedir, çok duygulandım. peşinden gittim. beni duvara ittirdiğinde farkettim kolundaki dövmeyi. "Արամ Խաչատրյան..." diye fısıldadım. o da şaşırdı bunu bilmeme. ermeni asıllı rus besteci için 1998 yılında basılmış 50 dramlık paranın dövmesiydi bu. "öyle severim ki Խաչատրյան'nın bestelerini,"dedim, "kolunda işi ne!?" cevabı duyduğumda, şaşıran bendim. "o benim büyükdedem."

sonra en yakın arkadaşım oldu, gayane. ermenice, neşeli demek isminin anlamı ve büyük dedesinin de bir balesinin adı aynı zamanda. büyükdedesi hakkında çok konuştuk. onu, halk müziği temalarıyla senfonik eserler besteleyerek, elitist klasik müziği, halkın anlayacağı bir duyuşa çevirdiği için, gerçek bir komünist olduğu için sevdiğimi söylediğimde, dedesinin, komünist ideallere içten bağlılığını göstermek için bestelediği ikinci senfonisi, şekilci ve halk karşıtı bulunarak parti sekreteri şdovrin tarafından nasıl suçlandığını anlattı. dedesi için zor yıllarmış.

kendisi de müzik eğitimi almış, ama en çok dedesini, dedesinin senfonilerini anlatmayı seviyordu. "düşün,"diyordu, "tek sözcük rusça bilmeden tiflis'ten çıkıp moskova'ya gitmiş. hiç müzik eğitimi almadığı halde, gnesin müzik okuluna viyolonsel öğrencisi olarak kabul edilmiş!" "olmak istediğin şeye cüret edip, kalkışırsan eninde sonunda o olursun,"demiştim. "ama deden, halk müziği ezgilerini senfoniye uyarlamasıyla değil, dünyaca ünlü senfonistlerin sonuncusu, dahi bir müzisyen."

gayane niçin orada, italya'da bir hapishanede olduğunu anlatmayı pek sevmiyordu. birgün anlattı bana ya belki ilerde size de anlatırım. tutku dolu, karışık bir hikayesi var. "tek sözcük italyanca bilmeden buraya geldim,"derken dedesinin tarihini tekrar etmek istediğini anladım elbette, ama ona, üstün yeteneğin, dehanın genetik bir özellik olmadığını söylemedim.

bir gün çamaşırhane nöbetimiz sırasında beyaz çarşafa kömürle çizdiği dedesinin keman konçertosu notalarını bana hediye etmesini istediğimde, "varımızı yoğumuzu aldınız, bir çarşafın lafı mı olur," diyerek acı acı sitem etse de aramız hep iyiydi. ona dedesinin müziğini, türk motiflerini andıran ezgileri ve komposizyondaki folklorik öğeler nedeniyle kendime çok yakın bulduğumu söylediğimde, "bizim kültürümüze ait her şeyde türk izlerinin olması, tarihsel zalimliği bu kadar açık kanıtlarken, nasıl oluyor da vurdumduymazca inkar edilebiliyor her şey, anlamıyorum," demişti. ne denilebilir ki... "ben de anlamıyorum, gayane."

şimdi, üstünde porteler çizili o çarşafı açıp, gayene'nin heyecanla bana dedesinin keman konçertosunun notalarını açıklayışını, ıslıkla müziği çalıp, elimden tutup dans edişimizi hatırlıyorum.

"bak," diyor, "burda nasıl hızlı, ama metanetli, kahramanca bir vurgusu var müziğin."

"şimdi birinci bölüme kontrast şekilde kafkas ezgisi geliyor; hissettin mi?"

"burdaysa, ağır, tutumlu... ama ah, nasıl lirik..."

o güzel günden birkaç gün sonra gardiyan, beni müdürün çağırdığını söyledi. odasına girip, türk kırmızısı halının üstünde beklerken, sevgili müdürüm, masasında oturmuş bir takım evrakları imzalıyordu. keman soyguncuları arnavutluk sınırında yakalanmış, benimle bağlantıları kurulamamış. serbestmişim. benden bir şey isteyip istemediğimi sordu. "isterim," dedim. bahçeye inip, gayane'ye doğru yürürken, hoparlörden, adı bilmece olan dedesinin müziği duyuluyordu.




not: cremona hapishanesinden çıktım anlayacağınız üzere. biraz değiştim. eski coşkulu neşem kalmadı pek, renkleri de eski parıltılarıyla algılayamayacağım çok açık. ama kötü mü oldu bu? hiç sanmam. sevgili gayane ile tanışıklığım, size ünlü ermeni asıllı rus bestecisinin adını sormak için de hoş ve anlamlı bir vesile oldu. bestecinin maskarad, spartaküs balelerini, piyano, flüt, keman konçertolarını, iki senfonisini zaten defalarca dinlemişsinizdir.

peki siz, siz ne hallerdesiniz acaba?




4 yorum:

justine dedi ki...

"...bu böyle kimin gittiği? sen dur ey!...
...şu sen de olmasan insan çıldıracak mı
hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki... "

Hayır, sana seslenen ben değilim sevgili bayanlusin, onu da yaparım ya, ama şimdi öyle değil bu sesleniş. Cremona cezaevindeki tutuklular adına konuşuyorum ben. Sen de kimsin deme lütfen, dinle sadece. Şimdi çıktın oradan, sesin de gitti tabii peşinden. Oysa, "...ılıktır senin sesin. güvenli
olmaktan çok güven uyandırıcıdır...", ve ardından sürüklenen masalların, hikayelerin.

Yanlış yaptın.

"Şehrin insanı", yoracak seni, söyletme şimdi biliyorsun, "bozuk paraların insanı, sivilcelerin". Artık seni hatırlamak istediklerinde, Aram Haçaturyan’ın muhteşem Gayane balesinden Sabre Dance’ı filan çalarlar sanırım arkandan, sert ya o bakımdan:p

Ay, pardon hemen sulandırdım!

Hepsini boş ver, bu anlattıklarımın tümü safsata! Dünyaya dönelim hadi, hoş geldin:)

p.s.: Küçücük bir yazıda kaç şairi andım böyle ben? Ve ne gevezeyim, hamiş olmadan yazamayan!

pusarık dedi ki...

"Aram Haçaturyan" olmalı, wiki kopya vermiş olabilir ama bu bestecinin adını bilmeden defalarca müziğini dinlemiş olduğum gerçek :)

hapishaneden çıkışınız namına, neşenizi yerine getirecek şöyle güzel bir ziyafet sofrasıyla ve tabi ki bahsi geçen bestecinin müziği kadar leziz konçertolar eşliğinde karşılamak vardı sizi fakat mahcubum...gelişinizi farketmem bile günler almış, yine de hoşgeldiniz derken samimiyetimden şüphe etmeyeceğinizi düşünüyorum, sevgiler bayan lusin, bilmecelerinizin tadı bambaşka biliyorsunuz değil mi?

lusin dedi ki...

şu sen de olmasan insan çıldıracak mı?/hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki?...

:P hoşgeldin sevgili justine. öylesine sözcüksüz kaldım ki aslında. orda, hapishanede anlattığım hep eski hikayelerdi, ardı önü belli. cepten yedim, diyelim. şimdi de öyle. sadece yorgunum. günlerdir yorgunum. şehre öyle suskun bakıyorum. belki de haksızlık ettik şehrin insanına. eskiden sanırdım ki iki başlı janus, bunlar çünkü birine dediği diğerine dediği ile tutmaz, politika gerektirmedikçe yakınlık kurmaz, çıkarı için seni harcamakta beis görmez... ama bakıyorum, benim yorgunluğumdan mı bilmem, şehrin insanı cehennem ateşinde yeterince yanmış da nedamet getirmiş gibi tövbekar, durgun görünüyor. belki de yine her zamanki gibi yanılıyorumdur.

bilmişsin, justine. burda hediye veriyoruz biliyorsun. en kısa zamanda...


sevgiler, teşekkürler.

lusin dedi ki...

sevgili pusarızk,
hiç olur mu, geç filan kalmadınız... az önce biraz sonra, şimdi, tam zamanınd ageldiniz:) hem bakın ben de geciktim.

o halde, kutlama başlasın! nöbetçiler haber salın; dileyen dans etsin, dileyen şenlik ateşleri yaksın! bugün mutfaklar halka açılmıştır... sabaha kadar yiyip, içip, eğlenin!

:)

bilmişsiniz pusarık! kutluyorum. sevgiler çok.