"bir resim üslubunu araştırmak için topkapı saray kitaplığı'na giriş izni almak için uğraşıyordum ne zamandır. bakanlıktaki bir arkadaşımın çabasıyla bu izni kopardım ve bugün kitaplıkta çalışmaya başladım. bu resimler uzun zamandır zihnimi meşgul ediyor, bulabildiğim kopyalarına bakakalıyordum. bu resimlerin nerede, ne zaman yapıldıkları bilinemiyor. sanat tarihçilerinin yaptıkları araştırmalar sonunda derin bir sır içinde kaybolup gidiyor. üstlerinde bir imza var ama, ressamın imzası mı yoksa bir üslubun adı mı, o bile bilinemiyor. yer yer ince, narin bir çin etkisi uzaktan seziliyor, ama resimler uzakdoğu estetiğine de yabancı. çünkü kaba bir gerçekçilik resimden ona bakana karşı meydan okur gibi savruluyor. resimdeki bazı figürlerin üstünde türkistan halkının giydiği kıyafetler, sarıklar var, ama türkistan'ın etnik yapısı çok karışık. resim anayurdunu asla ele vermiyor.
resimde kaya parçaları, bozkır bitkileri, kıvrımlı ağaç kütükleri, toprağa kenetlenen kökler var. uzakdoğu esintisi taşıyor bu manzara, ama iran minyatürlerinde de dekoratif motifler olarak var bunlar. tümden bir gizem.
bu resimleri çok seviyorum. çocuksu ama hayranlık verici bir gerçekçiliği var. çok şakacı, bakış, hemen akabinde gülümseyişi çağırıyor. bir mekan duygusu yok. toprağı ve yerçekimini hissediyorsun figürlere baktığında. ama toprak, yer çizgisi filan yok. olmayan şeyi, figürlerin kol ve bacak kaslarındaki şişkinlikten, topraktan güç alır gibi durmalarından anlıyorsun. sonra resim bir çizgi film gibi hareketli, durağan değil. ressamın sabit bir bakış noktası yok; bir atı mesela çeşitli bakış açılarından çizmiş ressam ve sanki resim, oradan fırlayacak, yanına sokulacakmış gibi... ve nitekim öyle de oldu. bu bilgileri, yaşadığım olağanüstü olaya soğukkanlılıkla bakabileyim, onu sağduyulu bir şekilde anlayayım diye, anlatıyorum size.
"seni korkutan şey bu resimler miydi?" diye sordu peri, hayal kırıklığına uğramış bir sesle. "hayır, tam olarak değil,"dedi lusin boşalmış bardağını bana göstererek. Bir koşu mutfağa gidip, bira getirdim herkese.
"başıma gelen şey, bu resimlerin niteliği ile ilgili. o nedenle yaşadığım olayı anlamak için resmi anlamaya çalışıyorum önce. bu resimler, 12. ve 15. yüzyılın arasında yapılmış. o zamanlarda resmin dinle bir bağı var. mesela maniheist sanatçılar manastır duvarlarına ermiş hikayelerini resmediyorlar ve halk bu resimlere derin bir inançla bakıyor. dinsel resimler, dinsel sözler kadar kutsal. o zamanlarda resim gerçeğinden ayırt edilmiyor, resmi canlı bir varlık gibi görme alışkanlığı var. tasvirle, tasvir edilen bir tutuluyor. ressama bir anlamda büyücü gözüyle bakılıyor o nedenle. resim yapma büyü yapma ile eşanlam taşıyor. mesela, ölmüş birinin resmini yaparak onun ruhunu çağırıyorlar. resim, ona bakana büyüleyici bir telkinde bulunuyor. tuhaf olan, bu ressam ya da ressamlar, gerçekçi bir üslupla yaptıkları bu resimlerle izleyeni sınırsız bir hayal dünyasına davet edip büyülüyorlar.
"bu resimlerin önemi sadece dinsel miydi, estetik bir haz ya da ne bileyim, daha dünyevi bir toplumsal konuyu resmetmiyorlar mıydı? "diye sordum.
peri ile bakışıp, hiç sesimizi çıkarmadan battaniyelerimizin altına daha da girdik.
"kütüphanede masada oturmuş, bir şaman resmini inceliyor, notlar alıyordum. bir süre sonra uzaktan madenlerin şakırtısına benzer bir ses duydum. önce önemsemedim, sonra bu ses daha da yaklaştıkça, maden şıkırtılarının arasında vahşi hayvan çığlıkları, gök gürültüsünü andıran sesler de karıştı. sonra öyle yükseldi ki, korkuyla kulağımı kapadım, ama gitmiyordu, sanki beynimin içindeydi ses, delirdiğimi sandım. bir anda karşımda onu gördüm; korkunç bir maske takmış şamanı. bu, az önce incelediğim resimdi. yorgunluktan olsa gerek, diye düşünüp sıkıca gözlerimi kapattım. açtığımda hala ordaydı. İki eliyle sırığına yaslanmıştı ve alev saçan gözleriyle bana bakıyordu. konuşmaya başladı, ama dudakları kıpırdamıyordu da sesi kafamın içinde çınlıyordu. "hepiniz aptalsınız, sen bile," dedi. "atalarını utandırıyorsun!" aklımdan "ne atası?" diye geçti ve aynı anda, " ben senin büyük büyük büyük şaman dedenin resmiyim, budala!" dedi. ailemin yüzyıllar önce ortaasya'dan gelen bir kavim olduğunu biliyorum, ama soyağacı içinde unutulmuş dedelerimden birinin şaman olduğunu... saçmalıyorum, evet ama gördüğüm şeye beynim mantıklı bir açıklama arıyordu böyle. "inancını kaybettin! ruhunu, pozitivist düşünce ile sözümona akıl ve bilim denilen mekanik bir tıngırtıyla doldurdun." aklımdan, "doğaüstü hiçbir şeye inanmam, tanrı'ya da inanmam" diye mırıldandım dua eder ve önümdeki şu normaldışı görüntüyü silmek ister gibi. "bana bilgiçlik taslama!" diye gürledi parmağını tehditkar bir şekilde sallayıp. "aklını şu batılı hakikat zırvalarıyla doldurduğundan beri, deli danalar gibi dolaşıyorsun içindeki o boşluğu doldurmak için. çünkü yanlış yoldasın. hayatından cinleri perileri, doğaüstünü kovunca aydınlık bir bilince ulaşacağını sandın. tatmin oldun mu? asla olamazsın! o bozulmuş küçük aklın kavrayamadığı için olağanüstü adını verdiğin aslında ait olduğun dünyadan kaçtın. budala gibi bir gerçekçilik lafıdır tutturdun. bilim denilen şeye köle sadakatiyle inandın. büyük dedeni görünce bile cin çarpmışa dönüp kaçacak delik arıyorsun, bak şu haline... yazıklar olsun sana!"sözleri içime işliyordu. saçmasapan bir durumdaydım belki ama ikna etmişti beni. "nasıl buldun beni?" diye sordum. "ben şamanım, dalga mı geçiyorsun benimle?" dedi. sonra da gururla devam etti; "göktanrı tarafından seçildim bu göreve ben. ruhumu ister göklerde dolaştırırım, ister yerin yedi kat altında. geçmişe de giderim geleceğe de. bütün gizli alemlerin kapısını açabilirim. istersem ölülerden bir ordu kurarım, cinler, periler, şeytanlarla anlaşmalar yaparım. şamanım ben! istediğim kadar ruha sahip olurum. davulumu çalmaya başladığım anda dünyanın dört bucağından ruhlar yardımıma gelir." hayret ve korkuyla dinliyordum onu. "iyi de, ne istiyorsun benden?" diye sordum. "abandığı sırık artık ona güç vermiyormuş gibi biraz çöküp başını eğdi. "herkes unuttu bizi. kimse adak sunmuyor artık bize. atalarının ruhları huzursuz..." diye mırıldandı. Biraz düşündüm, şaman dinine ait okuduklarım aklıma gelince de, "sana at mı kurban etmemi istiyorsun!" diye bağırdım. "elbette! sen şaman soyundan geliyorsun, bu görev sana ait," diye gürledi. "at mat öldüremem ben," dedim. "mafya mıyım ben atın başını keseceğim... hayatta olmaz." aklıma mafya filmi gelince de korkuyla sordum; "sana kurban sunmazsam?..." "bütün kötü ruhları başına musallat ederim, tımarhanede ölürsün, ruhun bile huzur bulmaz," dedi şaman dedem. "kan dökmenin dışında yapabileceğim başka bir şey söyle, yaparım," dedim. O da söyledi. Sonra da geldiği gibi bir anda yol oldu.
not: başımıza gelen olayın şaşkınlığı içinde yazı biraz aceleye gelmiş; şimdi tekrar okuyunca gördüm. lusin'in şaman dedesi, elbette lusin'in zihnindeydi ve onun kavramlarını ödünç alarak derdini ona anlatabiliyordu. lusin'in şaman dedeye ikna olması çabuk olmuş gibi görünebilir, ama o kadar da çabuk olmamış. ayrıca, peri'nin dedesinin cin çarpmasından öldüğü bilgisine de sahip olduğundan algısının kapısı bu anlamda açık. lusin'in duyduğu maden şıkırtılarının nedeni ise, hepiniz bilirisiniz ki, şamanlar parlak, madeni aksesuarları çok severler ve onların dünyası bu anlamda çok gürültülü bir dünyadır. ancak, bavul toplama, lusin'in hazırlığı ile şu an fazlaca meşgul olduğumuzdan yazıyı tekrar elden geçirmeye de hiç vakit yok. böylece kabullenin, lütfen.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder