18 Mayıs 2009 Pazartesi

Kıldan tüyden bilmece

Ne zaman bir berber dükkanına ayağımı atsam, midemde uyuklayan korku huzursuzlanır, boğazıma doğru yayılıp beni nefessiz bırakır. Berberlerin bende yarattığı bu olağanüstü korkunun nedenini sanrılar, kabuslar görmeye, dehşetli halüsinasyonlarla kendini kaybetmeye yatkın zihnimin bir oyunu sanırdım. Besbelli deliriyordum. Bu delilik alametlerini utançla saklıyor, bir münzevi gibi yaşadığım hayatımın tek tük tanışlarına bundan hiç bahsetmiyor, bir doktora görünmeyi ise aklımdan bile geçirmiyordum.

Evet, ne zaman bir berbere dükkanına adımımı atsam kadim zamanların insanlarının bilinmeyen bir dilde yaptıkları dua mırıltıları yükselmeye, kanlı ayinlerin kurbanları beni sağır edercesine bağırmaya başlarlar zihnimde. Kahinliğin aynalar bulunmadan önce suya yansıyan görüntüye bakarak yapılanı, burada, karşılıklı aynalarda, kahin berberin emrindedir artık. Eğer berber canı sıkılır da aynayı kırarsa, felaketler, hastalıklar, aynada aksi görünenin yedi yıl yakasını bırakmaz. Bu düşünceler, gözümün önünde bir belirip bir kaybolan muskalardaki berber sembolleri beni telaşlandırır, berberin kapısında bir sara hastası gibi titrerken, hızla oradan uzaklaşır, terden sırılsıklam odama ulaşır, kapıyı defalarca kilitler ve diz üstü yere çökerim. Nefes nefese ettiğim dualar bildiğim hiç bir dinin diline benzemez. Yavaş yavaş kendime geldiğimde mırıldanmakta olduğum daha önce hiçbir yerde duymadığım duayı ayrımsar, delirdiğini fark eden bir akıl sahibinin korkunç acısıyla kendimi yatağa bırakırım.
Her sabah, berber makası değmemiş belimden aşağıya sarkan dümdüz saçlarımı yedi maşrapa suyla yıkar, ilkel çağlardan kalma bir töreni uygular gibi aynanın karşısına geçer, saçlarımı yedi bölüm olarak örer, onları da yedi kez başımın çevresine dolarım.

Deliriyor olabilirdim ama aklım hala başımdaydı. Gerçeği bulacaktım ve deliliğimi bu gerçekle maskeleyecektim. Delilik dediğim hal bana bir tür bilinçakışı yoluyla aktarılıyor olmalıydı. Delilik anlarında tarihin küflü kokusu genzimi yakıyordu çünkü. Okumaya en başından başladım bu nedenle.

İlk edindiğim bilgiler Hammurabi’ye kadar gidiyordu. Yasa koymaya meyilli Hammurabi, saçlar konusunda da düzenleme yapmış. O dönemde, kadın erkek demeden herkese alnın üst kısmındaki saçlarını kazıması emredilmiş. Kakülden hiç hoşlanmayan benim gibi biri için gizemlerden biri aydınlanıyordu işte. Peki ama Hammurabi’nin geniş alınlı halk sevdası nereden geliyordu? Yanıtı bulmakta gecikmedim: Kişinin ait olduğu toplum biriminin sembolü alnına dağlanıyor, mühürleniyordu. Bu, şimdi alın yazısı dediğimiz hadisenin ta kendisiydi. Kişi, bulunduğu toplumla aidiyetini sürdürmek, kurallarına uymakla yükümlüydü. Ve ait olduğu toplum birimi, alnındaki yazı-sembolden okunabilirdi. Kişiye verilecek en büyük ceza ise ait olduğu topluluğun mührünün görünmesini engelleyecek şekilde alnına kara zift sürülmesiydi.


Şimdilerde kullandığımız alındaki kara lekenin kökeni taa o zamanlara dayanıyordu. İslamiyet’te abdest alınırken, başın sadece belli bir bölgesinin mesh edilmesinin nedeni de, fiziki temizlikle ilgili değil, bu eski saç kesim bölgesi ve oraya vurulan damganın kalıntısının ‘mesh’ini hedefliyor olmalıydı. Peki, kendi alınyazım hangi korkunç leke ile yolundan sapmıştı ki ben böyle delilik hezeyanları ile kıvranıyordum! Okumaya devam ettim; Hammurabi’de berber cezaları da var. Müşterisi olan kölenin kölelik görüntüsünü gizlemeye yönelik saç tıraşı yapan bir berber feci şekilde cezalandırılıyordu örneğin.

Peki bütün dinlerde olan başı örtmek de neyin nesiydi? Araştırmalarım gösterdi ki, kadınların saç kesimleri, onların statülerini, sosyal pozisyonlarını gösteriyordu. Saçı örtmenin nedeni, erkeklerde şehvet uyandırmamak değil; saç düzenleme ve tıraşının gizlenmesiydi. Toplum aidiyet sembollerinin gizlenmesi nedeniyle saçlar örtülüyordu yani. Baş örtüsü gizeminin şehvetle ilgisi bu kadar mıydı! Ayrıca, Truvalı Paris’in kaçırdığı Helen, evlendiği gün Afrodit’in ona verdiği altın işlemeli yaşmakla başını neden örtmüştü? Evlenmekle, “başının bağlanması” arasındaki ilinti, olsa olsa kadının artık kocasının toplumuna ait olduğunu açıklamak için, eski toplum birimine aidiyetini gösteren alnındaki sembolün gizlenmesi olarak açıklanabilirdi.

O gece, Kuran’ı açtım ve şunları okudum:
“ister hacca gitsinler ister ‘umre yapsınlar, ihrama girdikleri andan haccın veya umrenin bittiği ana kadar saçlarını kesmekten ve hatta düzeltmekten kaçınmakla da yükümlüdürler”

Peki ama neden? Kutsal bir seyahat ile saçın ne ilgisi var! O gece uyuyamadım, yatakta dönüp dürdüm, ama sabah aklım apaydınlıktı. Alındaki damga başlangıçta, toplum birimlerinin farklarını ifade etme aracı iken, topluluklar arası ilişkide bu ayrılıkların vurgulanması, belirgin kılınmasını gerektirirken, anlamlıydı. Fakat topluluklar arası doğal kaynaşma, sentezleşme sürecinde, eski doğal belirlenim sembolleri bu birliğin önüne engeller çıkarmaya başlıyordu. Topluluk halinde ortak ve tek Allah’a yakarırken, farklılıkları da görünür kılmamak gerekiyordu. Herkes Allah önünde birdi.

Öyleyse, kutsal bir mekana girerken erkeklerin başlarını açmaları, kadınların örtünmeleri de bu şekilde açıklanamaz mı? Böylece, giderek büyük dinsel topluluklar halinde bütünleşmekte olan toplumun, eski küçük toplumsal birimlerinin varlık sembolleri, artık “ortak tanrı”larının önünde ayrılık sembolü halinde işlev görmeye başlıyordu belki de. Birleşme döneminde, eski ayrılık, farklılık bildirim öğelerinin gizlenmeye başlanmış olması gerekiyordu.

Bütün bu bilgilerle donanmış, kendimi en yakın berbere taşıdım (gerçekten:). Artık biliyordum, yüzyıllarca sosyal, dini, ekonomik tanımı saçıyla yapılmış insanoğluna hükmeden, bu yolda gizli bilimler geliştiren berberlerin sırrına yavaş yavaş eriyordum. Neredeyse emin olduğum şeyse, kurdukları gizli tarikat ile dünyayı ele geçirecekleri, saçımızı, aralarında anlaştıkları gibi hep aynı model ile kesip, o robotik görünüşlü insanlar topluluğu hedeflerine ulaşacaklarıydı.Aralarında konuşurken kullandıkları şifreli dillerini, gelecek kuşaklarına aktardıkları sembolleri, küçücük dükkanlarından açılan gizli geçitleri, geçitlerindeki tuzakları, görünmez yerlere gizledikleri, dünyanın gidişatını belirleyen muskalarının varlığını biliyordum.

Berber kapısında yine o korku göğsümü sıkıştırmaya başladı. Ama bu sefer geri çekilmeyecektim. İçeri girdiğimde gizemli müzikleri Serdar Ortaç bas bas bağırıyordu.

Köşedeki koltuğa oturup, aramızdan bazı fanilerin, hayali bir ustura ile aralarında incecik bir deri parçası olan hayati damarlarını ortada bırakacak şekilde uzattıkları başlarının yıkandığını, bir diğerinin başının çevresinde kocaman, pırıltılı makasın tehditkar bir şekilde şık şık şık diye sesler çıkararak dolaştığını, kimisinin de başına korkunç kimyasallar sürüldüğünü görüp, yutkundum.

Önümde duran dergiyi alıp, göz hizamda tutup, olan biteni gizlice gözetlemeye başladım. Kasanın başında oturan, okumakta olduğu gazeteyi bırakıp bana doğru yürürken, kaçıp kurtulmak için çok geçti artık. “Ne olacaktı?” diye sordu. “Saçımı kestirecektim,” dedim sesimdeki heyecanı bastırıp. Başını döndürüp, gizemli bir işaret yaptı ve daha önce fark etmediğim biri karanlıklar içinden çıkıp hızla bana yaklaştı. Birlikte, arkasında musluk olan küçük bir plastik havuza doğru ilerledik. Omuzlarıma dolanan beyaz havlunun armasına bir dedektif dikkatiyle bakıp, aklıma yazdım: Bir makas ve tarak, çapraz bir şekilde kan kırmızı renginde işlenmişti! Cesaretimi toplayıp, başımı, havuzun oyuk kısmına giyotinin altına bırakır gibi uzattım. Berberin saç yıkamaktan sorumlu görevlisi, musluğu açıp ılık su ve nefis kokulu bir şampuanla saçlarıma masaj yaparken, kendimi “uyuma, sakın uyuma, bu bir tuzak!” diye uyarıyordum, ama artık çok geçti. Kendimi, cezası çok ağır olacak bu zevke çoktan bırakmıştım.


O sırada, zihnim uykuyla bulanıklaşmışken duvarda sweeney todd’un afişini ayrımsadım. Tabii ya, neden daha önce anlamamıştım! Şimdi, istanbul’da bir berberdeydim, ama bu adres, dünyanın bütün berberlerine, kanalizasyon, dehliz ve mağaralarla bağlıydı. Mesela, bulunduğum binanın altına insem, bir zaman sonra, Londra’da, fleet street 186 numaranın ikinci katındaki bir berbere ulaşacaktım.. Ve bu berberlerin, gizli tarikatlarını öğrenenleri derhal oracıkta yok etmek için bir düzenekleri vardı. Eminim ki birazdan koltuğumun altındaki kapak dönmeye başlayacak ve kendimi mahzende bulacaktım. Aşağıda beni bekleyen başka bir berber de...


Hayır, böyle olmadı, benden şüphelenmemişlerdi. Gözlerimi açtığımda, havlu, gizemli bir işaret gibi, arması tam alnıma gelecek şekilde başıma dolanmıştı. Bu kez başka bir görevli hızla önümden yürüyüp, bana yol gösterdi. Beni bir koltuğa oturtup, saçımı taramaya başladı.
O süpürge gibi saçlarımı tarıyor, ben yine kendimden geçmemek için mücadele ediyordum, ama göz kapaklarım kendiliğinden kapanmış, bir kedi gibi zevkle mırıldanmamak için kendimi zor tutuyordum. Yine de kafamda tilkiler dolaşıyor; bütün berberlerin saçımı görünce ettikleri cümleyi ne zaman söyleyecek diye düşünüyordum. Sessizlik birkaç saniye sürüp sürmemişti ki, beklediğim cümle sözcüğü sözcüğüne duyuldu:

“Saçınıza biraz hareket verelim mi?

Aklımdan, “A-haa, şimdi konuşmaya başladın işte diye,” geçirip, gülümsedim. “Hayır, o hareketi kaldıracak bir düzenim yok,” diye mırıldandım. Böyle diyerek onların gizli bilimleri hakkında hiçbir fikri olmayan zavallı bir fani gibi görünmek, güvenini kazanmak istiyordum bir yandan da.

Israr etti, tehditkar bir şekilde aynadan bana bakarak, “Saçınız çok düz, biraz hareket versek iyi olur.”

Gözümü açıp, aynadaki gözlerine diktim gözümü, vazgeçmeyecektim: ”Saçımı hep topluyorum zaten, harekete yazık olur.”

Aramızdaki düello amansızdı: “Toplasanız da önünüze düşmeyecek saçınız, hareketi orada keseceğim.”

Kaybetmiştim, “peki,” dedim duyulur duyulmaz bir sesle. Bir anda elinde beliren makasla, saçlarımı kesmeye başladı. İçimden, “ne olacaksa olsun” diye geçirdim.


Kaybetmiştim. Bir kez daha berberler tarikatı kazanmıştı ama saç benim saçımdı, tekrar uzayacak ve gücümü tekrar kazanacaktım. Bu gece eski ahit’i okuyacak; genesis bölümünde geçen hikaye ile cesaretimi toplayacaktım. israil'de yaşayan, Eski Ahit'in yargıçlarından olan, doğumu önceden haber verilmiş ve İsrailliler'i Filistinliler'in azabından kurtaracağı söylenmiş, gücünü hiç kesmediği saçlarından olan o kahramanın bilmece olan adını düşünerek yağlar, merhemlerle saçımı yıkayacak, tez zamanda uzaması için dualar okuyacaktım. Bu kez edeceğim tüm duaların ne anlama geldiğini biliyordum.
***
Bu fotoğraf Atilla için olsun, sadece onun için.
Sizeyse yazıklar olsun:p

6 yorum:

Günlerin Tortusu dedi ki...

Dünyayı altı günde yaratan yüce Rab'bim -Mükti'dir o, Muktedir'dir, Kadir'dir elbet-, rivayet odur, yedinci günde dinlendiği söylenir -Muksit'tir o, Metin'dir, Halik'tir elbet-. Oysa önemli olan bilinmeyendir.

Yedinci günde dinlendiği söylenir bazı kitaplarda -Adil'dir o , Bedi'dir, Kabid'dir elbet- ve bazıları bu nedenle haftanın o günü hiçbir iş yapmaz. Hatta kendileri yapmaz da, uşaklar tutar başkalarına yaptırır. Görmez mi yüce Rab'bim bunları -Şehid'dir o, Halim'dir, Habir'dir elbet- görür ve bilir.

İşte bu yedinci günün sırrı, bilinmeyendir. Veyl bu günü unutanlara! Rab'bimin -Kahhar'dır o, Müntakim'dir, Müzil’dir elbet- gazabı üzerlerine olsun ve bizleri bu gazaptan korusun!

Yedinci gün, dinlenme günüdür a, bugün dinlenmeyecek bir iş grubu vardır Allah'ın izniyle - Muiz'dir o, Kayyum'dur, Vehhab'dır elbet- Her er kişi dinlenme günü oldu mu, saçlarını kestirmelidir. Bu nedenle berberler -onlar Rab'bimin ne de sevgili kullarıdır- haftanın bir başka günü dinlenirler ve onların reisi de Samson’dur.

Dinlenilecek günde berbere gitmek kulluk görevidir. Tanrı'nın -Adil'dir o, Cebbar'dır, Kabid'dir elbet- buyruğuna karşı gelmek kimin haddine demeyi ne kadar da çok isterdim. İşte bu karşı gelenleri kenara çekip Tanrı –Muğni’dir o, Muksit’tir, Rakib’dir elbet- sözünü yerine getiren ve bu saçları bir bir kesen yine Samson’dur. Ve kendisine atfedilen saçlarını kesmezdi sözü ise geçersizdir, çünkü her Pazar saçlarının ucundan bir parmak kesip bunları saklayan yine kendisidir.

Bilinmezi bilinir yapmak, biz alimlerin görevidir. Allah’ın izniyle –Tevvab’dır o, Vedud’dur, Zahir’dir elbet- bu bilgiyi de ulaştırdım sahiplerine. Şimdi gideyim berberime!

lusin dedi ki...

Dünyayı altı günde yaratıp, yedinci günde dinlenen Rab’bimin adı kullarınca bilinmezken Tanrılar, Tanrıçalar dolaşırdı yeryüzünde. Berberlerin Tanrıçası Kindaz ise Aşk Tanrıçası İnanna idi. İkisinin dostluğu kuvvetliydi. Kullar\ İnanna için öyküler anlatırlardı -ki güzelliğin sembolüdür o, çekiciliğin, sevginin elbet-

Kindaz’ın upuzun, kokulu saçlarıyla oyalanmayı sevdiği İnanna – ki şefkatin sembolüdür o, hırsın ve kavganın elbet- şairlere, ozanlara esin verirdi. Tarlalar onun güzelliğiyle mest olup bereketlenir, gökten yağmur onun aşklarını kutsamak için dökülürdü. İnanna, sende biz, Habil ve Kabil’in tartışmasını, Leyla ile Mecnun’un sevişmesini, çobanların erişilmesi güç aşklarını, kadının fettanlığını, erkeğin hayranlığını ve umursamazlığını, kadının acımasızlığını, kardeş sevgisinin en yücesini bulmadık mı?

Kindaz! Dağıt saçlarını İnanna’nın, onun güzelliğiyle sarhoş olalım.

Ve konuştu İnana:

"Ben İnanna’yım
Babam bana göğü verdi
Babam bana yeri verdi
Krallığı verdi bana
Savaşta ilerlemeyi verdi bana
Sel fırtınasını verdi bana
Seli, tayfunu verdi bana
Göğü taç yaptı başıma
Yeri sandal yaptı ayağıma
Kutsal elbiseyi sardı vücuduma
Kutsal asayı verdi elime
Tanrılar serçe, ben şahinim
Enlil babanın görkemдi ineğiyim
Göğe ayak bastım, yağmur düştü aşağı
Yere ayakbastım, bitkiler fışkırdı yukarı"

Söyle Kindaz, İnanna, neden hala evde? Dağıt saçlarını İnanna’nın,süsle onu, çıkart dışarıya, bahar gelsin yeryüzüne, aşk gelsin!

Kindaz güldü ve dedi ki:

"Yıkadım, sabunladım,
Kutsal leğen içinde yıkadım,
Arınmış kap içinde sabunladım.
Kraliçelik, göğün kraliçelik elbisesini giydirdim,
Gözlerini kömürle boyadım.
Saçlarını düzelttim
Kokulu saçlarını koyuverdim.
Kıvrık dudaklarını boyadım,
Buklelerini ensesine düşürdüm.
Koluna bir bilezik geçirdim,
Küçük boncukları boynuna taktım,
İşte İnanna bunun için evde."

Senin adın Akadlar’da İştar, Filistin’de Astarte, İsrail’de Aşeret, Yunanlılar’da Afrodit, Roma’da Venüs oldu. Ey İnanna, biz Rab-bimizin varlığına ve birliğine inandık, adlarını bildik ve kutsal kitaplardan buyruklarını dinledik. Ama seni unutmadık. Yahve, peygamber de olan Kral Süleyman bile sana tapıyor diye yakınmadı mı? İnanna, duy sesimizi! Bir kendini bilmez şöyle dedi, ki ona Atilla derler;“Her er kişi dinlenme günü oldu mu, saçlarını kestirmelidir. Bu nedenle berberler -onlar Rab'bimin ne de sevgili kullarıdır- haftanın bir başka günü dinlenirler ve onların reisi de Samson’dur.” Biz inanmadık, ama kılıçları keskindi, inanır gibi yaptık. Biz senin, Kindaz’ın makasının ucu değmemiş buklelerinde aşkı bulduk, zülüflerinde şarap içip sarhoş olduk.

Bunu duyan İnanna’nın öfkesi korkunç oldu. İşte bu da, savaş tanrıçası olarak İnanna’nın kendisini anlatmasıdır:

"Savaşın önünde durursam
Ülkenin öncüsüyüm
Savaşın dışında durursam
Elde hazır okluğum
Savaşın ortasında durursam
Savaşın kalbiyim
Savaşın sonunda
Korkunç bir tufanım
Savaşı izlerken askerlere
İlerle yaklaş derim düşmana
Me’lerin kraliçesi olarak:21
Korkunç me’lerin kraliçesi, ürkütücü giyimli, büyük me’leri süren,
İnanna! Büyük savaşta bir fırtına, kalkana basan, tufanı başlatan
Yüce İnanna! Yarışları bilinçle planlayan,
Kolundan atılan okla kur’u yok eden,
Yerde, gökte arslan gibi kükrersin, insanların ellerine vurursun.
Büyük vahşi boğa gibi kur’a karşı savaşta durursun
Düşmanları başkaldıranları zehrinle yok edersin."

İnanna’nın fettan kızı Delillah bu sözleri duyunca gereğini yaptı, Samson’un saçlarını kökünden kesti. Bizler, İnanna’nın kızları, bu sözlerden cesaret alıp bir daha başımızı o soysuz berberlere emanet etmedik. Etmeyeceğiz de.

And olsun!


not: bu yorumda geçen bilgi ve ilişkilerin çoğu uydurmadır. yorum aşkına yazılmıştır, bir de Atilla ile yarışta yaya kalmamak için. inanılmaya!

neo dedi ki...

kac kere sayfaya uğrayıp cevabı yazmak istedim ama öyle kuru kuru, kısa cevaplarsam, kızarsın diye düşündüm :P hem de google'lamadan bulmuştum. gerçi hikayenin detaylarına hakim değildim ama olsun. bugün bi şeyler yazayım dedim ama atilla bey'in yorumunu görünce, ohoo böyle mis gibi cevap varken, lusin benim sıkıcı kuaför maceralarımı napsın, "yok çocukken saç kestirmeye şapkayla giderdim de, geveze kuaför sevmem de." peeh! diye düşünüp yazmaktan vazgeçtim.

Günlerin Tortusu dedi ki...

Neolitik Hanım,

Üzmeyin beni.


Unutmayın ki, biz erkeklerin en merak ettiği şeylerdendir kuaförde kadınların saatlerce nelerden bahsettikleri ;) Sizi ve Bayan Lusin'i bu tayfanın dışında tutarak elbet...

Dostlukla,

lusin dedi ki...

tek satırla da olsa gelip oyunu yalnız bırakmayan kime kızmışım ki en sevgili sana kızayım!

ah neo ah, hiç keyfim yok şu aralar, saçı kesilmiş samson gibi somurtup duruyorum. belki gelip berberlik maceralarını anlatsaydın, birazcık keyfim yerine gelirdi. ama nerdeee, sen adalara git, mezelerle rakı sofrası kur... orada kimin aklına gelir bayan lusin'in kıldan tüyden bilmecesi!

:)

sen gel, konuya hakim değilsen bile gel. saçlarını anlat, renkli bantlar, çiçekli elbiseler aldım, de, anlat bir şeyler işte.

bi daha olmasın!
öpüyorum çooook.

lusin dedi ki...

hah! bu tayfanın dışında tutman çok yerinde olmuş. ama ben atilla bey, öyle bir kadın olmak istiyorum. yani berbere gidip gevezelik eden, eve gelen yardımcı kadınla nasıl konuşacağını, ona yapacağı işleri utanmadan anlatabilen, ne bileyim, hani şu deterjan reklamlarındaki kadınlardan... yani kadınlık durumuna hakim, cinsiyeti ruhuna sinmiş o kadınlardan... hani bilirsin, erkeklerle kadınlar arasındaki farktan bahsedilince bahse konu olan o kadınlardan...

yok! o gizemli, stratejisi sağlam, sırları filan olan o kadınlardan hiç olamadım.

berbere gidememem de hep bu yüzden. oralardaki kadınlar örgütünde beceriksiz bir ajan gibi hissediyorum kendimi. hayatımın en zor bilmecesi o kadınlar. bi çözsem, puzzel'daki beni bekleyen yerimi alsam nasıl huzura ereceğim, bilmezsin.

yazık, çok yazık. bu bilmece tutkusu belki de hep içimdeki tek gerçek sorun olan bunu çözmek için uğraşıp durduğum bir şey.

:)

bakın, berberde değilse de burada gevezeliğimin üstüne diyecek yok. buradaki varlığınızla öyle çok seviniyorum ki. beni merhametsizce merakta bırakan, yoklukları hakkında kara kara düşündürten insafsız oyunculara ise ne desem az şimdi burada.:)

sevgiler kucak dolusu bugün size. hooop yakalayın çabuk!