21 Temmuz 2009 Salı

erhan bey beni mimlemişti-2

Bu tuhaf olayı anlatıp anlatmamakta epeyce kararsız kaldım. Öyle delice, olağandışı bir olay ki… İlk kez size anlatacağım. Ve belki böylece kurtulacağım bu anıdan. Unutmak için belki önce anlatmam gerekli. Lütfen beni yakın bir arkadaşınızmışım gibi dinleyin ve lütfen hakkımdaki yargılarınızda aceleci davranmayın. Sadece beni dinleyerek bile bana büyük bir iyilik yapacaksınız çünkü.

Erhan Bey, her ne kadar bir kitabın kışkırtıcı çekimine kapılarak bir tanışmayı kurgulamamı istese de, aşağıda yazdığım olayı okurken bu tanışmayı hiç yaşamamış olmayı istediğimi farkedeceksiniz. Ayrıca bir kurgu değil bu, düpedüz gerçek bir olay. Size ve olayın geçtiği yerlerde, böyle bir tanışıklığın hiç olmadığını düşünen insanlara hiç bir kanıt sunamam gerçi. Sadece o kitap dışında.

"Hangi kitabı okuduğunu gördüğünüz bir adamla/kadınla tanışmayı isterdiniz?"

Orada olma nedenim hoşuma gitmiyordu. Aylar önce Ortaçağ’da yakılan cadıları anmak için düzenlenen bir festivali görmek için gitmiş; bu yabancı şehirle ilişkimin de bu şekilde bitmesini istemiştim. Şehri sevmemiştim. Ancak bir aile meselesi yüzünden amcamın bunaltan ısrarlarına dayanamayarak gene buradaydım. Üniversitede okumak için bu şehre gönderilen kuzinim, Romen bir çingeneye aşık olmuş, okulu bırakacağını, sevgilisinin ailesine ait sirkte çalışacağını söyleyerek tüm aileyi perişan etmişti. Onunla konuşup, aklını başına getirmem gerekiyordu. Uçaktan iner inmez telefonla aramış, ulaşamamıştım. Elbette beni karşılaşmamıştı.

Dışardan konuk da kabul eden, kuzinimin yaşadığı öğrenci yurdundaki odama yerleşip, aşağıdaki pub’ın bahçesine indim. Eylül sonlarıydı, serin bir rüzgar ağaçlarda uğulduyor, sicaplar dallarda kaçışıyordu. Gökyüzünde karanlık bulutlar dolaşıyordu. Geniş bir masada, neşeli bir öğrenci grubu vardı. Biramı içerken, tuhaf, hayvani bir korku hissederek hızla arkamı döndüm. Simsiyah gözleri doğrudan bana bakıyordu adamın. Gözlerini kaçırmadı. Hiç gülümsemeden başıyla şöyle bir selam verip, elindeki Yunanca yazılı kitabın kapağını kapattı, yerinden kalktı. Önüme döndüm, içimde duyduğum korkudan midem bulanarak tekrar arkaya baktım, ama kimse yoktu.

Korkulu düşler, karabasanlar yüzünden az uyurum genellikle. Gece ter içinde, muhtemelen kendi çığlık sesimle uyandım. Sert rüzgar ve yağmur perdeyi havalandırarak açık pencereden içeriye doluyordu. Yurdun, her katta bir mutfağı bulunuyordu. Eğer becerebilirsem kendime bir kahve yapacak, gördüğüm berbat düşü unutmaya çalışacaktım.



Oradaydı, ortadaki büyük masaya oturmuş, kahve içiyordu. Sanki beni bekliyordu. Kaçmayı düşündüm, ama derin, yumuşak sesi durdurdu beni; “kötü bir düş müydü?” “Evet,” dedim. “Her zamanki düşlerden biri.” “Kahve al kendine,”dedi. Kahveyi koyup, karşısına oturdum. Yarı kapalı gözleriyle bakıyordu ve şimdi daha az korkuyordum ondan. Sert çizgili yüzü, ucu gaga gibi sivrilmiş büyükçe bir burnu, dalgalı, ensesine kadar uzamış saçları vardı. Kaç yaşında olduğunu söyleyemem. Tuhaf, yaşı olmayan bir adamdı. Ya da onu gözleri dışında da tam olarak anlatamam. Gözleriyle beni hipnotize ediyordu sanki, bakakalıyordum onlara.

Siyah ceketinin cebinden kitabını çıkardı, masaya koydu. “Bu kitap,” dedi, “düşleri kontrol edebileceğini anlatıyor. Don Juan’ın öğretiler. Castaneda diye biri yazmış. Eğer istersen sana yardım ederim. Ama düşüne girmeme izin vermelisin.” Durdu. Başını yana yatırıp gözlerinde bir gülümsemeyi gezdirerek tekrar etti. “Bana izin vermelisin bunun için.” Güldüm. “Böyle şeylere inanmam,” dedim. “Senin inanıp inanmaman önemli değil,” dedi. “Ben inanıyorum ve seni düşünde gördüğün cesetlerden kurtaracağımı söylüyorum.” Bunu duyunca buz gibi terlediğimi hissettim. Karabasanlarımın ana teması olan cesetleri biliyordu. Hemen hepsinde, çok eskiden öldürülmüş cesetler ortaya çıkarılıyordu ve güya hepsini ben öldürmüştüm onların. Cesetler ortaya çıktıkça paniğe kapılıyordum ve dedektifler zeki sorularıyla çevremde sorular sorarak dolaşıyor, çemberi daraltıyorlardı. Eninde sonunda katil olan beni bulacaklardı. Ben, niçin ya da nasıl öldürdüğümü hatırlamıyordum. Sadece katil olduğumu biliyordum. Böyleydi düşlerim. Yargılayıcı gözler altındaydım hep düşlerimde. O, gözlerini bile kırpmamıştı bunu bildiğini bana bildirirken. “Peki” dedim çocukça bir meydan okuyuşla, “gel öyleyse, izin veriyorum.” Kalkıp gitti.

Bahsettiği kitabı biliyordum. Amerikalı bir antropolog olan Castaneda, tıbbi bitkileri araştırırken Yaqui Kızılderilisi Don Juan'la tanışıyordu. Don Juan büyücülük diyebileceğimiz yöntemlerle özellikle düşlere hakim olma konusunda bilgi veriyor; bu yöntemleri uygulamak için de, bir bilmecenin doğru yanıtı gibi gizemli, bir şarkı sözü gibi kıvrak adı dilimin ucuna kadar gelip gelip giden kafa yapıcı bir mantarın yenmesini öneriyordu. Kısaca hiçbir bilimsel, akla yakın bilgi içermeyen bir yığın saçmalıklarla doluydu bu kitaplar. Adamdan nasıl korktuğumu düşünüp, dalga geçtim kendimle.

Ertesi gün kuzinimin okuluna gittim, bir haftadır uğramamıştı okula. Arkadaşlarını bulup, beni mutlaka araması gerektiğini söylemelerini istedim. Odasının kapısına not bıraktım.

Adamı ne pub’da ne de mutfakta gördüm. Geç vakit uyudum. Düşümde ıssız bir çölde dolaşıyordum. Birden sela okunmaya başlıyordu. Bir adamın selasıydı. Dehşete kapılmaya başlıyordum. Çünkü adamı benim öldürdüğümü biliyordum. Camiye yaklaşınca cemaatin, adamın yıllar önce öldürülüp cesedinin bir duvarın içine gizlendiğini ve ev yıkılınca cesedin ortaya çıktığını söylediklerini işittim. Sert yüzlü dedektifler insanlarla konuşuyor, ipucu topluyorlardı. Benimle konuşmuyor ama bana kuşkuyla bakıyorlardı. Neden sonra kalabalık arasında onu fark ettim. “Herkes buraya baksın,” dedi. “ Bu bir insan cesedi değil ki. Sadece kukla.” Tabutu açıp, bir kuklayı iplerinden tutup oynatmaya başladı. Polisler dahil herkes gülüşmeye başladılar. Uzakta olan bana baktı. Düşümde sevinçten ağlamaya başladım.

Uzun zamandır bu kadar güzel uyumamıştım. Dinlenmiş, keyifli kalktım sabah. Adamı bulup teşekkür etmek istedim. Varlığı korkutucu olmaktan çıkmış, sevimli bir oyun arkadaşına dönüşmüştü.

Aşağıya indiğimde kuzinimle çarpışıyordum neredeyse. Bana sarılıp ağlamaya başladı. Romen sevgilisi başka bir kıza tutulmuştu. “Oturup konuşsan, belki bir yolunu bulursunuz, belki affedersin onu,” diye önerdim. Onu bir daha asla görmek istemediğini, okuluna döneceğini, kendini derslere adayacağını söyledi. “Peki,” dedim, “ sen nasıl istersen.”



Ertesi sabah için uçak rezervasyonumu yaptırdım. Kuzinimle şehri dolaştık ve akşam arkadaşlarıyla buluşup içtik. Gece huzurla uykuya daldım. Düşümde onu gördüm. Yatağıma geldi. Düşlerindeki cinsellik dozu ergen romantizmini geçmeyen benim için anlatmayı bırakın, düşünmesi bile utanç verici şeyler yaptık. Önce çok çekingen davranan kendime bunun sadece bir düş olduğunu söyleyip durdum. Sonrasında olan biten sadece bir düşte olabilecek kadar ayıp şeylerdi. Sabah uzun uzun gerinip, yataktan fırladığımda komodinin üstünde gördüğüm kitapla donup kaldım. Adamın eski, sayfaları kıvrık Yunanca kitabıydı. Kapıyı kontrol ettim, kilitliydi, gece buraya gelmiş olamazdı. Ama bu kitap nasıl… Usançla yatağa oturdum. Gerçekte asla yapmayacağım, şiddetle karşı çıkacağım dün geceki düş serüveni, sadece bana ait değil ona da aitti. Ve iki kişinin aynı anda gördüğü düş, düş olmaktan çıkardı artık. Hızla giyinip, onu aradım. Onunla konuşacak, bir yolunu bulup olayı rasyonalize edecek, kendime ve ona bunun akla yakın bir açıklamasını yapacak, sohbeti, bu düşü hiç yaşanmamış sayabileceğimiz bir noktaya getirecektim. Yurt idaresine sordum, tarif ettiğim gibi bir konukları hiç olmamıştı. Onlara elimdeki Yunanca kitabı gösterdim. Bana kuşkuyla bakıp, başlarını salladılar.

Aradan aylar geçti. Burada ve renklerin peşinde yaptığım yolculuklar sırasında hala ara sıra düşüme geliyor. Bazen beni karabasanlarımdan korumak için bazen de başka şeyler için.

not: yazıdaki bilmeceyi de farkettiniz umarım:)

7 yorum:

neo dedi ki...

kafa yapan mantar peyote. yanlıs hatırlamiyorsam tabiy, google'lamadım bu sefer.

universitedeyken okumustum castenada. tuhaf gelmisti, tasrada yaşayan, klasiklerden, polisiyelerden ibaret bir okuma dünyası olan bir genç için farklıydı tabiy.

yine güzel bir bilmece lusin, çok yaşa sen.

lusin dedi ki...

ne kadar geciktin, neo!
sitenin şu ıssız, şu terkedilmiş hali nasıl da içime dokunuyordu. şu hale bak, oyuncuların yarısı bu alemde bile yaşamıyor artık sanki. kendimi, dünyanın ilk haline düşmüş de denize mavi, günışığına sarı, kana kırmızı diyen, bunları kendi kendine mırıldanan, yapayalnız biri gibi hissediyordum. neyse ki bu sefer isyan etmek yerine, tanrı'nın yüce merhametine sığınmıştım, ki o tüm yalnızlara teselli verendir. dualarım kabul oldu ve sen geldin işte.

ben türkiye'de kasabada yaşamış kafası çalışan kızlar yardımlaşma ve dayanışma derneği kurmak isterim. (hani rize, çayeli, bilmemne köyü yardımlaşma ve dayanışma dernekleri var ya, ondan). o kızlar, kasabanın o her şeyi sınırlandıran dünyasında kitap okurlar, hep okurlar ve algıları sürekli bilenir. akrabalar, komşular, tanışlar, esnaf, tüm kasaba halkını yakın mesafeden gözlemleme şansına sahip olduklarından hiç bir şehirli kıza nasip olmayan geniş bir karakter koleksiyonları vardır. gizli gizli allahın varlığı ve yokluğuna kafa yorarlar, bunun gerilimini yaşarken, oturup seccade işlerler. okudukları dergide çokeşlilik meselesi tartışılırken, komşu kadını, gece eve yine sarhoş gelen kocası döver. sabah sen yataktayken, annenle o kadının usul usul dertleştiğini duyarsın, annen sabretmesini söyler ve falına bakar, her şey iyi olacaktır. sen yatakta arkanı dönersin, asla iyi filan olmayacağını bilirsin.

kasaba kızları böylece parçalanmış bir dünyada, birinin meselelerinin diğerinden epey farklı olduğu, asla karıştırırlmaması gereken iki ayrı dünyada yaşama becerisi gösterirler. önünde sonunda büyük şehirlere giderler bu zeki kızlar ve artık tek bir dünyada yaşayacaklarını sanırlar. hiç öyle olmaz.

şehrin insanı, gizli şiir defterine yazdığın gibi, bozuk paraların, sivilcelerin insanıdır. boş zamanlarını kitap okuyarak geçiren, hobilerden hobi beğenen bu insanların sığlıklarını görüp görüp şaşarsın.

çocukluğu ve ilkgençliği kasabada geçmiş, okuyan ve kafası çalışan bu kızların hemen hepsi sonunda bir martin eden'e dönüşürler. hiç bir dünyaya ait olamadıklarını anlarlar, yalnızlıklarıyla başetmeyi öğrenirler. kitap okumaya devam ederler. başka türlüsünü yapamazlar, "olabilmenin" tek yoludur bu onlar için.

en sevdiğim insan türüdür bu kızlar. isterim ki, o sözünü ettiğim derneği kurayım ve bir tür amazonlar cemiyeti olarak, cenneti arafa taşıyalım. buradan başka gidilecek cannet yok, diye sloganlar atıp yeni bir yaşam formu kuralım.

olmaz mı, neo? peyote'yi bilmişsin. bildiğini biliyordum zaten. çoğu şeyi bildiğini, anladığını, anlayabileceğini, anlamak için çaba göstereceğini bildiğim gibi.

pusarık dedi ki...

mim hem harf hem de virgül gibi soluk alınıp cümleye devam edilecek durak olarak kullanılıyor arapçada ama bu mim çok uzun soluklu olmadı mı bu sizce de :)

özledim sizi bayan lusin

lusin dedi ki...

pusarık,

uzatıyorum.
her şeyde böyle bu.
her şeyde.
vedalaşamıyorum.
ne olacak halim?
halimiz?

pusarık dedi ki...

vedalaşma zaten :)

iyi oluruz hem belki...
kötü bir oyuncu olmaya başladım, son zamanlarda ne sorsan bilemiyorum ama biraz havailikten biraz da yazın rehavetinden böyle sanırım... hem bilemesem de öğreniyorum, merak ediyorum, mesela ken çizgi romanı bulmaya çalışıyorum ısrarla, bazen de cevaplara hayran oluyorum, zevk alıyorum her haliyle bu oyundan, gitmeseniz de oynasak olmaz mı?

lusin dedi ki...

pusarık, gidemiyorum ki. gidemiyorum ama benim burada yazmam için heyecanlanmam lazım. zevk almam lazım. mecbur değil ya yazmak. tatsız tuzsuz olunca da yazmak içimden gelmiyor. yani kime soru rorayım da kimin cevabından haz alayım. in cin top oynuyor. buranın formatı böyle.

demek ken parker almak istiyorsun. bak bakalım idefix'e, orada indirim oluyor bazen. geçenlerde atilla demişti, martin mystere'larda indirim var diye. ken parker'lar da da vardır belki. her durumda ucuz oluyor orada. elbette biraz fazlaca alıp kargo ücretini de bedavaya getirtebilirsin. şimdi bir cilt ken parker almak pek bi işe yaramaz. biraz paraya kıyıp mesela rodeo'dan çıkmış ken parker'ın büyük albümlerini alabilirisn. toplam 8 albüm. küçük albümlerde ise son olarak 38. albüm yayınlandı. parantez yayınladı onları da. eh nereden baksan çok para demek bu. ama eğer çizgi roman okumak gibi bir zevkin varsa, hiç durma, al derim.

sonra martin mystere'ları da alırsın. o epey çok. ama o da iyidir.

teks'ler kalın albümler bayağı, eğer okumayı seversen. mister no'lar da öyle.

ama sen eğer polisiye de seviyorsan ve eğer bulabilirsen julia'ları al. artık yayınlanmıyor. çok ama çok hoş. ben sevmiştim. hem bir kız var başrolde. audrey hepburn'e benzeyen. sonra bir komiser var malkovich'e benzeyen. herkes tanıdık. julia bir kriminolog. yani suçluların psikolojik tahlilini yapıyor ve yakalanmalarında polise yardımcı oluyor böylece. bir de ders veriyor bir okulda. bir iran kedisi var, bir kadın yardımcısı var. bak bakalım bulabilecek misin.

aa susma düğmeme basmayı unutmuşum yine. bızzzzt!

zzt!

şenay izne ayrildi dedi ki...

"soru rorayım"? soru nasıl roruluyor, bilemem.