12 Ağustos 2009 Çarşamba

romantik




ve bu arada içinde ruhu sızlıyordu,
ve doluydu süzgün bakışı gözyaşıyla.
ansızın ayak sesleri! damarında kanı dondu.
işte daha yakındalar! sıçrıyorlar... ve avluya
dalıyor yevgeni! "ah" deyip gölgeden hafif
tatyana çarçabuk öbür sofaya geçip,

atladı merdivenden hızla yan bahçeye,
uçuyor, uçuyor; bir göz atmaya geriye
edemiyor cesaret; bir koşu dolandı
çiçek tarhlarını, küçük köprüleri, çayırı, gölü,
küçük koruyu, göle uzanan ağaçlı yolu,





bir kucak leylak dalını o arada kırdı,
çiçeklikler üzerinden uçtu dere kenarına,
ve, soluk soluğa oradaki bir sıraya






devrildi...
"o burada! burada yevgeni!
oy tanrım! neler düşünmüştür!"
içinde kızın ıstıraplarla dolu yüreği,
saklıyor bir umudun belirsiz düşünü;
tir tir titriyor ve ateş saçıyor,
ve bekliyor: gelmiyor mu? ama işitmiyor.






bahçede hizmetçiler sıra olmuşlardı,
çalılar arasında ahududu topluyorlardı
ve buyruk üzre şarkı söylüyorlardı koro halinde
(buyruk üzre, şöyle bir düşünceyle ki,
beylik mülkü yemişleri gizli gizli
haylaz ağızlar yemesinler de
şarkı söyleyerek olsunlar diye meşgul:
köyün keskin usunun bir buluşu bu!)

. kopenhag'dayım. sabahları bisikletle dolaşıp, parklarda oturuyorum. işe gidenler sokakları doldurmadan önce eve dönüyorum, carl holsoe'nin çizdiği evlere. oturup, pencerenin ışığında kitabımı okuyorum. okurken öyle hülyalara dalıyorum ki, tatyana olmaya şu kadarcık kalıyor. siz de mi okumak istiyorsunuz? okuyun tabii, ama önce şairi ve kitabın adını bulmanız gerek;)

7 yorum:

erhanbey dedi ki...

resimler pek güzelmiş..

müzik de...

(iyi bir oyuncu oynamadan oynamalıdır ve bir romantik de öyle...)

erhanbey dedi ki...

bu arada, yevgeni onegin demeyi de unutmuşum; diyeyim baaari...

lusin dedi ki...

yahu erhan bey, nedir böyle, benim oyuncularımın hemen hepsi oynamadan oynamayı seviyorlar, canım sıkılıyor. ben oynayalım istiyorum. evet, lütfen! yani omzumdaki kötü melek haince gülüp, yanlış oyuncular seçtin, diyor, ama ben ona hiç yüz vermiyorum, oyuncularımı seviyorum, itinayla, titizlikle seçtim onları ben. evet, onlar seçildiklerini bilmiyorlar. ben, seçen değil de seçilenmişim gibi bir hava yarattım kurnazca. evet, itiraf ediyorum, kurnazca!

resimlere ben de bayıldım. bir kadın, yevgeni onegin'i ancak böyle, bu şekilde, bu evlerde, böyle yalnız, kendi içine gömülmüş, yani tıpkı carl holsoe'nin resimlerindeki gibi bir hal içinde okur gibime geldi. sizin gibinize? :)

hımmm... bence de müzikler güzel. şey diyeceğim, bir romantik de oynamadan oynamalıdır, derken bana taş mı attınız? yani süper alınganım, biliyorum, ama tehlikeli iplerde dolaşan biri için böyle bir paranoya geliştirmek de normal, takdir edersiniz ki. ama yani bir romantik neticede süper bir oyuncu, değil midir? bir romantik önce kendinden başlayarak ve sonra karşısındakilere sızarak bir oyunu sahnelemez mi? aslında, şunu demek istiyorum galiba, bir şey olmak, neticede öyle ya da böyle bir oyunu sergilemek gibi gelmiyor mu size de? şurada kendi karakterleri arasında dolaşan beni bırakın sizler bile ( sizi ayrı tutayım. siz hep kendinizi gözlüyorsunuz zaten ve bunun ıstırabını yaşıyorsunuz. bir tanrıtanımazın, seyirci olarak tanrıyı değil de en büyük insafsız olan kendini seçmesinin ağır trajedisini siz yaşıyorsunuz zaten benim gibi), kendi oyununu izleyip eğlenmiyor, dudak bükmüyor ya da küfretmiyor mu kendine?

hımmm... işte bu nedenle mi, oynamadan oynamaktan bahsettiniz? yani bizlerin olup olacağımız en doğala yakın halimizin oynamıyormuş gibi oynamak olduğunu mu söylemek istediniz?

ne diyorum ben, yaa? ne konuşuyorum şimdi! hiç! anlamsız gevezelik. burada, rüzgarın delik duvarlardan girip tozları havalandırdığı şu terkedilmiş yere gelip beni ne kadar mutlu ettiğinizi söylemeyi bile unuttum.

ama burayı bu hale siz getirdiniz, oynamayı sevmeyen oyuncular. o halde burayı elbirliği ile yaşanır hale getirmek de sizin göreviniz. ben tek başıma ne kadar dayanabilirim ki? öyle değil mi duman? asıl vatanına bir türlü uğramayan torkunç, hımm! sen değil misin buraya ilk tohumları atan? sen değil misin burasının yeşerebileceği umudunu veren? nerdesin! şımarık halid, sonra sen, illaki her dediğin olacak, illaki hep evet diyeceğim sana, öyle mi? patlıcan yemeği olsuuuun, fiyakalı sinema soruları olsuuun... yani beni böyle, olduğum gibi kabul edemez misin, hep engel, hep itiraz, hep şımarıklık!? şuraya gelip, bir tatlı söz söylesen ölür müsün, alçak!tövbe tövbe...

neyse. şey diyeceğim erhan bey, teşekkür ederim. bildiniz soruyu. okudunuz mu peki kitabı? okuyun ya da kız arkadaşınıza filan hediye edin rica edeceğim, çok nefis bir kitap.

lusin dedi ki...

unutuyordum, peki aşağıdaki mim yanıtını nasıl buldunuz? sağolsun neo geldi bir. çekindim biraz azıcık seks sosu serptim, diye acaba oyuncularım utanır, gelmezler mi, diye. yoksa castaneda hakkında fikriniz yok, diye mi suskun kaldınız? ama canım, kitap nedir ki yani? bazen bir hikayenin içine paldır küldür düşerken adamın elindeki kitaba mı dikkat kesiliyorsunuz yani. hiç
de bile. kim çıkarmış bu mimi! hayat böyle steril, böyle tıkırında, böyle farzettiğiniz gibi mi gider? bazen adam, bir futbol maçını izlerken gayet yaratıcı bir küfür eder, tanışmak istersiniz, olmaz mı yani? hayatı, okuduğu kitaplardaki gibi sanan, şu bizim onegin'in tatyanası olsun, peri hanım olsun, azıcık sokağa çıkıp, hayatın rüzgarıyla tanışmalılar bence. hayat, neticede bir kaostur, kaostan üretilen muhteşem bir şeydir. kirlidir, çirkindir, ama muhteşem bir şeydir. onlar sayfaları çevirdikleri kitabın parmaklarına bulaşan mürekkebi sanıyorlar hayatın kirini. sevsinler!

öyle değil mi, erhan bey? zarafetin kırılgan pırıltısı bir yere kadar gözümüzü kamaştırır bizim yani, değil mi?

:) ya, konuşuyorum işte. sizin fotoğrafta gördüğüm biradan açtım da, böyle oluyor. yani bir bardak biraya bakıyor benim tarz değişikliğim, yazıklar olsun bana, ne diyeyim:) geçiniz. oyun varsa, katıldıysanız, oynayınız. ( pardon ama kabalığımı bağışlayacaksınız, başımız dumanlı azıcık dedik:)

erhanbey dedi ki...

o şeyi ederken, yani "iyi bir oyuncu oynamadan oynamalıdır ve bir romantik de öyle" derken kastım, sanırım anladığın şey değildi, canım arkadaşım lusin; zira aslında ben romantikliğe bir gönderme yapmaya çalışmıştım ve yani demek istediğim, romantik şahıs bir oyuncudur fakat bu oyuncunun oyunu,olabildiğince parmağım gözüne şekilde bir oyun olmamalıdır, usul usul, ürkütmeden, o aşkın hakettiği içtenliğe göre bir tevazuyla sahneye çıkmalıdır demek istemiştim.

o cümleyi, o yılların edebiyatındaki ağdalı romantik dile karşı fazla düşünmeden yazmıştım.

hayır. (öhöm) kitabı okumadım. ama okuycam. (okuyaca'Ğ'ım diyememek bir türlü...) 'bi gün mutlaka okumalıyım lan' kontenjanımda bir şey olan bir kitap bu tabiî.

castaneda'lı öykündeki cinsellik, hiç bir okuyucunu utandıracak düzeyde bir cinsellik değil bence... aslında o rüyayı yorumlarken yazdıklarını ("Sonrasında olan biten sadece bir düşte olabilecek kadar ayıp şeylerdi") çok naif bulmuştum. ve hayır castenada'yı da okumadım. okumuycam da sanırım.

sevgi ve bir de saygı:)

lusin dedi ki...

. haaaaaaaaaa... tamam o zaman. romantiklik bıçak sırtında bişey hakkaten. azıcık fazla olursa komediye dönüşebilir, bazen de bayıcı olur, evet. ama azıcık romantizm de ne hoştur. içtenliğe halel getirmeden bir mesafede durmanı gerektirir. ben severim öyle birazcık uzak durmayı. hatta bana kalırsa epey uzak durmalı, ki araya romantizmi mi koymak istersin, arkadaşlığı mı ya da ne bileyim işte koymak istediğin her şey için geniş geniş yer olsun. sevmem öyle yannnyanaa, yapış yapışş. hatta yolda karşılaşınca epey sürpriz olsun bu, yaa n'aber, nasıl gidiyor, beni özledin mi, filan diye sorabilecek kadar. şu ilişkilerde mesafe kanunlarla filan belirlenmeni, genel olarak 50 m.den fazla yakın olmamalısın birbirine mesela. yasaklanmalı bu. özel olarak, randevularla filan ayarlanacak bir görüşmeyle istediğin kadar yakınlaş. o bizi ilgilendirmez, o, özel hayat. nedir bu ya, öyle yakın oluyor ki çiftler, yüz çizgileri filan birbirine dönüşüyor neredeyse. korkunç! romantizmin r'si için bile hal kalmıyor zavallılarda. içtenliğin de bir sınırı olmalı hem:)

şu dakkada aynen böyle düşünüyorum. hatta bir ışın kılıcı filan istiyorum, yaklaşma yanarsın, adında:) evliliğin, sevgililiğin tanımı buna uygun olarak tekrar tekrar gözden geçirilmeli. herkes ayrı evde yaşamalı, hatta adresini filan da vermemen gerek. görüntülü telefonlar hangi zamanlar için icat edildi canım. yeter o kadarı!:)gerçekkkkttteeen yanyana olmak istediğin zaman yanyana olmalısın, acıyorum şu çiftlere. sabah gözünü açıyorsun, o! akşam yatacaksın gene yanında! yemek yiyeceksin, aa bi bakmışsın sofrada karşında. korkunç! onun havasıyla senin havan uyar mı, uymaz mı, başka bir program mı yapmak istersin, yok, mecburen arkadaşlarla aynı mesaiyi paylaşacaksın. romantizm momantizm hak getire tabii bu durumda.

. ben çok sevdim kitabı, hiç de baymadı beni. bayılıyorum puşkin'e hem. günlüklerini okumadım. hatunlarla sıfır mesafedeki ilişkilerini yazmış galiba. ben öldükten yüz yıl sonra yayınlansın, filan demiş galiba. siz şimdi sovyet ilişkileri miydi neydi, onu mu okuyorsunuz? nasıl bir kitap acaba, bakayım ona gugıl'dan.

. hımmmmmm... demek naif buldunuz! ben biraz öyleyim galiba. yani biraz romantiğim sanırım, söylemesi ayıptır::p castaneda'yı okumayın tabii. ilk gençlik zamanlarında belki, ilgin varsa okunacak bir şey, çoook zamanın varsa. ben 12 cildini de okudum, üstelik eşşek kadardım. böyle bir olay geçmedi başımdan da, diyelim bir geçmiş gün anısını, bölüp, çarpar, karekökünü alırsanız filan böyle bir olaya varabilirsiniz. ben seviyorum bu metafizik hikayeleri, biliyorsunuz. rüyalara da bayılırım. az önce uymuştum biraz, rüyamda biri (tanıyorum onu, yıllardır görmedim ama) beni soğuktan korumak için üstündeki siyah hırkasını açıp içine beni de sarıyordu. sıcak oluyordu böylece ve hoşuma gidiyordu. ama yine de tuhaf geliyordu onunla böyle yakın olmak, kalp atışını filan duyabiliyordum. ne yaptım? mersi, ben böyle iyiyim, diyip çıktım tabii. ne diyorduk, mesafe iyidir:))

erhan bey, çok gevezeyim ben yaa. yarın burada şu anlattıklarımın tam tersini, içtenlikle anlatabilirim bu sefer de. sanki ben yokum da zihnimin içinde böyle milyonlarca yol var, tesadüfen birine girip, allah ne verdiyse konuşup duruyorum, ertesi gün, hooop kelalaka bir başka yola da girebiliyorum. canım hayatla ne kadar oyun oynayabilirsin ki böyle. yani kaç kişi olabilirsin hayatta, öyle değil mi?

dır dır dır dır dır....

torkunc dedi ki...

lusinim selam,
Desperate Hours'u izlemiş miydin? Humphrey Bogart ve Fredric March. Son beş altı aydır na' işte her anım desperate hours. Toparlanmak zor, hakikaten zor oldu.

Posamı çıkaran şartlarda çok fazla iyileşme yok ya, dert etmiyorum eskisi kadar. Manevra yapabiliyorum en azından, direnç gösterebiliyorum!

Ufukta ise minik minnacık bir şey çakıyor; kürek çekmeye değer...

kimbilir bir gün Its a Wonderful Life olan günlere geri dönerim.

(bu da böyle bir yorum oldu, yanaklarından öper misafirlerine selam ederim)