20 Mayıs 2010 Perşembe

kaybolan fotoğraf bulundu!

Başım belada. Gardiyan, tek kişilik koğuşumun kapısını açıp, başıyla, “çık” işareti yaptı. Hapishanede en lüzumsuz soru, “neden?” sorusudur. Sesimi çıkarmadan çıktım. Koridor kapısını açarken, “müdür seni görmek istiyor,”dedi. İtalya’nın Cremona şehrinin hapishanesinde tutuluyorum saçmasapan bir nedenle. Suçsuzluğumu ispatlamaya yönelik en ufak bir çaba, özgürlük için şu kadar bir heves duymadığım için de beni ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Cremona’da, katedral yanındaki büyük şehir meclisi binasında tutulan beş Cremona kemanını ve bir de viyolayı çalmak isteyen uluslararası bir şebekenin üyesi sanıyorlar beni. Sorgudan anladığım kadarıyla ben, şebekenin kemanların sahte olup olmadığını anlamak için tuttukları sanat danışmanıyım. Tek cümleyle gerçeğin bu olmadığını söyledim. Onlar aksini iddia ettikçe de sustum. Yorgunum. Kavuniçi konusundaki araştırmamı bitirdim nasıl olsa ve üstünde çalışmak için de hapishane koğuşundan daha iyi bir yer olacağını sanmıyorum. Odamın yukarısındaki demir parmaklıklı pencerenin dibine taşıdığım masada çalışırken, kavuniçi renginde batan güneşin ışınları masama düşüyor ve ben talihsizliği oranında neşeli bir tabiata sahip, kemanlarda kullanılan ünlü kavuniçi renginin mucidi Juan Leonardo’yu düşünebiliyorum.

Müdürün odası, 19. yüzyıl rönesans stili mobilyalarla tıka basa dolu bir müze odaydı. Bir resmin içine fırlatılır gibi itildim odanın ortasına. Eski bir Türk halısının üstünde durdum. Halıdaki Türk kırmızısının sırrına da ulaştığını biliyorum Leonardo’nun ve size bunları da yazmak için bol bol vaktimin olacağını umuyorum. Müdür, işlemeli ceviz masasının arkasındaki pencerede arkası dönük durmuş, camdan bakıyordu ve onun dalgınlığı bana İsmet Özel’in ils sont eux şiirindeki valiyi hatırlattı. Parmaklarını kızıl saçlarında dolaştırıp bana döndüğünde, elbette düştü bakır dudak. Onun adına çok hüzünlendim ve “mesainin bitimine on kala istifa edecek ve sınıf arkadaşınız nalbantın dükkanına yayan gideceksiniz,” dedim. Başını esefle sallayıp masasına oturdu. “Deli olduğunuzu düşünmek için güçlü nedenlerim olsa da, benim sizi deli sanmam konusundaki bu çabanız, sizin deli olmadığınızı doğrular nitelikte,” dedi. Başımı çevirip, neo-klasik tarzda yapılmış camlı, alçak kitaplıkta Lacan’ın kitabını bulmayı ümit ettim, ama yazık, varak yazılarla süslü, koyu renk ciltli İtalyan Ceza Yasası kitapları vardı sadece ve bu kitapların saçmalıklarla dolu içeriğine hakimdim, çünkü bizim Türk Ceza Yasası da İtalya kökenliydi.




Müdür, önündeki kağıtları kibirli ve korkutucu bir suskunla karıştırıyor ve ben kırmızısının gizemi, olup olacağı inek dışkısı olan halının üstünde öylece dikiliyordum. Neden sonra kağıtlar arasında gezinip, bakır dudağı düşüren bembeyaz elleri, bir fotoğrafta karar kıldı ve fotoğrafı göreyim diye kendisini ve fotoğrafı yan çevirip, işaret parmağı ile fotoğrafı gösterdi. Bu gösterme dili, evine gezmeye gittiğiniz yaşlı teyzenizle fotoğraf albümünü karıştırıyor ve o kırışık, damarlı, titrek parmağıyla bir fotoğrafı işaret ediyor gibi duygulandırdı beni. Seviyordum müdürümü ve ne yapsa bana dokunaklı geliyordu.


Yüzünü sertçe fotoğraftan bana çevirip, “yaklaş, bak!” diye emretti. Yaklaşıp, baktım. “Tathata!” dedim.“Tathata?” diye tekrarladı karşılıklı şarkı söylüyormuşuz gibi. “Sanskritçe,” dedim. “Parmağını uzatıp, ‘o, bak,’ diyen küçük çocuk söylemi.” Ağlayacak gibi buruşturdu suratını. “Yapmayın Bayan Lusin, bu toplantıyı, hapishanenin huzuru için olduğu kadar sizin iyiliğiniz için de tertipledik. Hapishane fotokopisinden bu fotoğrafı onlarca kez çoğalttırıp, hepsini duvarınıza yapıştırmışsınız,” dedi. “Neden!?” Nasıl açıklayacağımı bilemiyordum. Önce eylemin anlamını açıklamakta karar kıldım; “biliyorsunuz, fotoğrafta olan yalnızca bir kez olmuştur. Ben onu mekanik olarak yineledim, ki mekanik bir çoğaltma yoluna gitmiş bile olsam, varoluş açısından bir tek kez olanı derinliğine hissetmekti amacım. Bu fotoğrafı kavrıyor, ama algılayamıyordum çünkü."

“Alın Bayan Lusin, iyice bakın şu fotoğrafa,” derken, ses tonunda “ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet” der gibi şiirsel bir ton vardı ve ben gittkçe daha çok bağlanıyordum müdürüme. Duvarımda onlarca kopyasına baktığım fotoğrafa bir de onun önünde bakmamı istiyor, fotoğrafa bakan bana bakarak, fotoğrafın ve benim bu fotoğrafa tutkumun sırrını çözmeye çalışıyordu. “bilmece işte bu,” dedim. "Mektuplaştığım bir adam vardı. Ondan fotoğrafını istedim. Bana gönderdiği fotoğrafın 19.yüzyılın sonlarına ait olduğu çok açık. Bu fotoğrafta görülen adamlardan hangisi olabileceğini bilmemi istemiş. Çünkü eğer onu bulursam, ‘tutku ve nesnesi' ikiliğini birbirinden ayırmamacasına birleştirmiş ve böylece aramızda olanı bu fotoğrafa indirgeyerek çözmüş olacakmışım”

“Ah, Bayan Lusin, konuşamıyorum sizinle… Anlamıyorum sizi… Geçelim şu fotoğraf mevzusunu şimdilik,” dedi kafası karışmış, sıkılmış müdürüm. Öksürüp, sesini temizleyip, ayıp bir şeyden bahsediyormuş gibi yüzüme bakmadan, “koğuş komşularınız sizden şikayetçiler. Sabaha karşı duvarı yumrukluyormuşsunuz,” dedi. “Kabuslar…” dedim. Yüzüme dikkatlice bakıp bu sefer, “Tuhaf birisiniz siz,” dedi. “Sıradan acıları tuhaf bir şekilde çeken biriyim sadece,” dedim. “Nedir, kabuslarınızda olan biten?... Merakımdan soruyorum, hapishane hayatı mı zor geliyor, çıkmak mı istiyorsunuz? Şebeke arkadaşlarınızın adını verir-” “hayır, hayır!” diye sözünü kestim. “Hapishaneniz çok güzel. Çok memnunum. Benim sorunum, zihnimdeki hapishaneden çıkamayışım. Bildiğim her şey, zihnimdeki duvarın bir tuğlası. İşte zihnimdeki bu hapishaneden çıkmak istiyorum ben. Bildiklerimin hepsini unutup, Budistlerin sunya, boşluk olarak adlandırdıkları gerçekliğe böylece ulaşmak istiyorum…” hala elimde tuttuğum fotoğrafı sallayarak, “bu fotoğrafa bakarken kültürsüz ve ilkel bir insan olmak ve onu öylece algılamak istiyorum. Anlamıyor musunuz bunu?”

Öylece durduk bir süre. Ben, penceredeki kavuniçi renginde parlayan güneşe dalmışken, müdürün sesiyle kendime geldim; “sizi revire gönderiyorum şimdi,” dedi, “doktor, uyumadan önce içmeniz için bir sakinleştirici versin. Duvarınızdaki fotoğraflar da kalsın. Nasıl istiyorsanız artık... Hırsızlık şebekesinin üyesi olmasanız bile toplumun huzuru, tuhaftır ki, en çok da sizin huzurunuz için burada kalmanız gerekiyor anlaşılan.” Çok iyi anlaşıyorduk müdürümle. Ona minnet dolu gözlerle bakıp, teşekkür ettim, Türk kırmızısı halıyı arkamda bırakarak koridora çıktım.


* anlamışsınızdır ya, bilmeceniz şu: yukarıda görülen fotoğraf bir şairin yüzyıllar sonra bulunan kayıp fotoğrafı. size bu şairin adını soruyorum. fotoğrafın çekildiği şehri de ekleyin isterim ama orası size kalmış.


//

erhan bey'in ödülüdür:

neşeyi kaybettiğimi söylediğimde gece saat ikiydi. cremona'daki hücremde, dar, sert yatağıma uzanmış, tepedeki penceremden, aysız, kapkaranlık gökyüzünü ve mahpus gözlem lambalarının ışığında yağan yağmuru izliyordum ve erhan bey, ölesiye kederliydim.



uyuyabildiğim birkaç saatin sonunda, ışık ve gölge yüklü, kuşku dolu bir gökyüzüne gözlerime açtım ve içimde erhan bey, kapkaranlık, ağır bir sıvı gibi döneniyordu keder ve o kedere bakan ben, keşke macbeth'in cadısı olsaydım... keşke dünyaya nefret dolu bir oyunbazlıkla bakıyor olsaydım. böylece, dünyayla ilişkimi bir nefret üstüne, bir intikam, bir istediğini alır, tuttuğunu koparır hırs üstüne kurabilir, belli hedefine odaklanabilir, her tür aracı makul karşılayabilir ve başarmak derdim, hayatın anlamı bu işte... bir cadının kötücül kahkahasındaki neşe, dünyaya alaycı bir bakış ve onun düzenbazlığına savrulmuş bir küfürdür.



yok, bendeki neşe hiç bir zaman böyle olmadı.



çünkü erhan bey, ben, sonsuz, zamandan, mekandan bağımsız, kuşku ile bulandırılmamış, her durumda ibresi iyiliğe ve saflığa dönük bir halde olmanın peşindeyim. böyle bir şeyin peşinde olan insanın vay haline. her şeyden önce, kendi ruhunun kasveti, tehditkar bir gölge gibi peşinden ayrılmaz ve bu gölge insani her zaafını, taleplerini ve arzusunu zehir gibi bir alaycılıkla yargılar ve onun dünyadaki varlığını kuşkularla yorar, yorar.



insanın iyi olma gayreti küstahlıktan, kibirden başka bir şey değildir. size diyeyim günahtır bu, lanetlenirsiniz. iyi insanların ruhu, tanrı'nın zevk aldığı oyun bahçesidir. sizi sınayıp durur. her seferinde daha zoru, daha zoru... dünyanın keyiflerine gönül indirip, “yenildim, tamam, ben terazisi iyi ile kötüyü ayırdedecek kadar güçlü biri değilim, kusurlu, sıradan bir insanım sadece,” demenizi bekler. dua etmeliyim ruhumun kurtuluşu için, erhan bey, ki cremona'daki hücremde bunu yapıyorum hep. dizlerim çürük içinde kaldı, tanrı'ya açılmış avuçlarımı duanın sonunda yüzüme kapatıyorum ve kendi içimin kuyu karanlığında bir an olsun huzura erip şu son duayı ediyorum: "içimdeki sancıyı bitir, tanrım. ruhunun alanı bütün kötülükleri ve iyilikleri anlamaya çalışacak kadar genişlemiş bu küstah kulunu bağışla. ruhunun tekrar büzülmesine, küçülmesine, kendisi kadar olmasına izin ver. onun kendi sıradan dünyasına geri dönmesini sağla. sen, anlayan ve bağışlayansın tanrım."



tüm isteğim neşeyi bulmak. neşe en kıymetli olandır. senin sen olmana rağmen yakalayabildiğin neşe, kutsaldır. insanlar genellikle neşe öğütme makinesi gibidir. cahillikleri, kabalıkları, anlayışsızlıkları ile. kendi zavallı ruhlarının selameti için içlerindeki sağduyunun sesi, seni, içindeki neşeyle birlikte öğütmeye yöneliktir. elektrik verirler sana aşırıya kaçarsan, elektrik sağaltım odasından embesil bir suratla çıkıp, sıraya girdiğinde işler yoluna girer onlar açısından. düzen sağlanır.



neşeyi korumak için kendini melankolinin sözcükleriyle tanımlayıp duran o çok bilmiş insanlardan da kaçman gerekir. ben sinestezik biriyim, size yabancı gelecek şu açıklama belki ama neşe, ergüvani ve koyu mavi renklerde pırıl pırıl bir sözcüktür, benim sinestezik anlayışıma göre. bu melankoli müptelası insanların sözcükleri ise kara kışta, derme çatma kulübesindeki teneke sobada en ucuz ve nemli kömürü yaktığında evin hanımı, (dışçekim/ev) evin bacasından çıkan duman ve bu dumandan süzülen istir. neşeye bulaşan budur. ve sen telaşlı ellerinle bu sisi neşenden sıyırmaya çalışırsan hepten bulanırsın bu melankoliye.



bu nedenle erhan bey, bu hapishane hücresi bir şans benim için. uzak kalmalıyım insanlardan. ama ah nasıl yalnızım. içimde canlı olmanın dayattığı bir şey var; kendi türünden canlılarla birlikte olma dürtüsüyle başedemiyorum. biri olsun, sadece bir kişi, bu dürtüyü başrolden çıkarmak için ve sözleriyle bana neşe veren biri, ki ayakta durabileyim, yaşamak için bir ışıkçık olsun, kalsın içimde böylece, kararmasın hepten içim. ama yok. varolanların sözcükleri derine kadar inip bana ulaşmıyor, benim sözcüklerimse… ah, ne anlamı var artık sözcüklerin… bazen bir umut beliriyor içimde, bir gölge görüyorum, anlayış dolu, sevecen, şefkatli bir gölge… heyecanlanıyorum, ayağa fırlıyorum, neredeyse coşkuyla doluyor içim ve sonra sözcükler, sözcükler… oysa anlaşılıyor ki sonra erhan bey, o benim kendi hayaletimden başkası değil.



bazen de şöyle düşünüyorum erhan bey, seçtim mi bu karanlık, küçük hücrede yaşamayı, yoksa itildim de, o tanrının cezası gururum yüzünden seçmişim gibi bir havalarda mıyım? o zaman acıyorum kendime, böylesine yalnız bırakıldığım için. şu hırsızlık şebekesinin üyesi olmadığıma inanıp, ele güne karşı tarafımı tuttuğunu gösteren tek bir dosta sahip olmadığım için. dostlarım ziyaretime gelmez, neredeyse fısıltılı bir sesle mektup yazarlar. beni hayal kırıklığına uğrattılar. ne denli incindiğimi anlayamadılar. gerçi bunu hiç belli etmedim ve onlardan neşe dolu yanıtlarımı esirgemedim. ama sözcüklerin böylesi bana iyi gelmiyor.


tanrı ile benden başka hiç kimse yok bu hücrede. tanrı ile arama girecek birilerini beklemekten de umudumu kestim.


vazgeçtim.

tanrı, neşe dolu ışığını sizden esirgemesin.

amin.




3 yorum:

erhan b. dedi ki...

e lusin? bilmeceyi doğru cevaplandırdığıma göre, ödülüm nolacak? ödül olmayacak mı?

lusin dedi ki...

evet. bildiniz erhan bey.


pek keyfim yok. neden siz bana söylemiyorsunuz nasıl bir ödül istediğinizi?

uzun bir yazı yazdım ve hepsini sildim şimdi erhan bey.

neşe ne kadar küçük, kırılgan ve harcanmaya müsait. yazık. yazmak istemiyorum sanırım artık. neşemi kaybettim.

sevgiler.

erhan b. dedi ki...

uzun bir yazı yazıp neden sildin daha sonra lusin?

neşeni neden kaybettin?
cevap vererek hakettiğim ödülü de vermiş ol.

sevgiler.