Ultramarin. Ne güzel bir sözcük; masmavi ve tuzlu. “En mavi, mavilerin mavisi” gibi bir anlamı var sanki . Değil, ultramarin “denizlerin ötesinden” demek.
Ressamlar ve ustalar ultramarinin güzelliğini taklit etmek için bakır ve kanla deneyler yapmışlar, ama ne mümkün. Lapis lazuliden yapılır. Bu taş, Şili, Zambiya, Sibirya’da ve en çok da Afganistan’da bulunur. Çok, çok değerli. Rönesans’ı yaşayan Avrupa’da ressamlar bu boyayı alamaz, resmi tamamlamak için zengin patronlarının bulup, alıp, getirmelerini beklemek zorunda kalırlardı.
Size belki renk konusunun en başında bahsetmem gerekirdi Cennino Cennini’den. Ortaçağ sonlarında yaşamış bu ressam yazar, Il Libro dell’Arte, İngilizce’ye The Craftman’s Handbook (Zanaatkarın el kitabı) adıyla çevrilmiş bir kitap yazmış. Kitap, o dönemde resim hakkında yazılmış en etkili kitap. Boya yapımı, çerçeve seçimi, kopya çıkarmanın yollarını anlatıyor ve verdiği bilgiler neredeyse kalpazanlık rehberi gibi:) Konumuz bugün Cennino’nun kendisi değil. Cennino bu kitabında daha ucuz bir boya maddesi kullanarak pahalı mavinin taklidi nasıl yapılır, onu anlatır (Ortaçağ’ın ve sonrasının ressamı paletine sürmeden önce kendi renklerini hazırlamak zorundadır. Genelde ezme işlemleri ve renklerin yapıştırıcı içinde karıştırılması işlemi için bir yardımcı tutarlar. Boyanın bulunması, hazırlanması, resmin kendisi kadar önemli ve zor bir iştir o zamanlarda. Bu konuda daha sonra uzun uzun konuşacağız). Ultramarin konusunda kendinden geçerek şunları yazmış Cennino:”Çok ünlü, çok güzel ve en mükemmel, bütün öteki renklerin ötesinde bir renk; onun hakkında bir şey demek veya ona bir şey yapmak mümkün değil, öyle ki kalitesi gene de aşılamaz.” Daha sonra lapis lazuliden ultramarin elde etmenin yöntemine geçiyor. Merak ederseniz anlatacağım bunu da, ama sonra. Çünkü azuritten konuşacağız biraz.
David Shankbone-gökyüzü azure mavisi
maxfield parrish-dusk/gökyüzü kobalt renginde
Mavi hep doğudan batıya gitmemiş. Eskinin Pers ülkesinden, şimdinin İran’ından doğuya, Çin’e giden bir mavi daha var: Kobalt. Yanında lanetli arkadaşı arsenik var hep. Bu nedenle olsa gerek ona gizemli nitelikler verilmiş. Bir Alman Halk efsanesinde Kobalt, yeraltında yaşayan ve gelenleri hiç de hoş karşılamayan kötü bir ruhtur. Avruplı gümüş madencileri ise ona gremlin adını vermişler. Ancak arsenik dışında, on yedinci yüzyılda yapılan çok büyüleyici bir keşif nedeniyle de çok gizemli kobalt. Isıtıldığında renk değiştiriyor. Casus filmlerinde, casusun cebinden çıkan ya da lanetli mezarlarda bulunan boş kağıtlar akıl edilip ısıtılınca onun kobalt kullanılarak yapılmış görünmez mürekkeple yazılı olduğunu keşfetmek çok heyecan verici olur:) Boş kağıt ateşe tutulunca harfler yeşil yeşil belirmeye, gizli mesaj okunmaya başlar.
Onu keşfeden İranlılar olunca, bu değerli boyayı camilerinde mavi çini yapmak için kullanmışlar. Nasıl ki, Hıristiyanlar da dünyanın en değerli boyası ultramarini Meryem’in giysisinde, aynı mantıkla kullandılar.
Yeşil konusuna tekrar döndüğümüzde bolca Çin’den bahsedeceğiz, çünkü yeşilin memleketi Çin. Çin yüzyıllarca İran’a yeşil seladon tabaklar gönderip karşılığında kobalt mavisi aldı. Şimdi sabreder de okumaya devam ederseniz, size, bilginizle hava atıp çevrenizdekilerin hayran bakışlarını üzerinizde hissetmenizi sağlayacak bir bilgi vereceğim. Bu bilgiyle bir Çin Ming vazosunun muhtemelen ne zaman fırınlandığını bilip, “hımm… on beşinci yüzyıl, İmparator Zhengde dönemine ait” diyebileceksiniz. Şöyle oluyor: En iyi maviler Xvande dönemine (1426-35) yıllarına ait. Onu Zhengde (1506-21) ve Jiajing (1522-66) dönemleri izler. Bu dönemlerde vazolar mavi ve beyaz; menekşe bakımından zengin, yoğun bir mavi kullanılmış. En kötüsü Chenghua (1465-87) ve Wanli (1573-1619) dönemleriydi ki bu dönemlerde imparatorlar Orta Asya ticeretine yasak getirdikleri için maviyle beyaz, çirkin griyle beyaza dönüşmüş.
kanagawa-the great wave/bu mavi, prusya mavisi
Eğer kendini beğenmiş uzmanlık alanlarınızı iyice genişletmek isterseniz size Prusya mavisinden de bahsetmem gerekir. Prusya mavisi ilk sanayi fotokopisi işleminin temeli oldu. Bunun hikayesinde o kadar çok kimyasal ad geçiyor ki, benim için yazmak bile son derece sıkıcı. Size bu eziyeti yapmayacağım ama şu kadarını da söylemeden geçemeyeceğim: 1704 yılında, Berlin’de bir boya imalatçısı o işgününe kırmızı yapmak için başlamış; öğütülmüş koşnil (size kırmızıyı anlatırken bu koşnilden bolca bahsedeceğim. Şimdilik onun kırmızı yapmakta kullanılan bir böcek olduğunu bilmeniz yeterli. Evet evet, canlı böcek!), alüminyum ve demir sülfatı karıştırmış ama heyhat boyacı bu karşımı çökeltecek alkalisinin kalmadığını görmüş. Patronundan birazcık alkali ödünç almış. İşte serüven burada maviye döneceğini belli etmiş. Zira aldığı alkali hayvansal yağ ile damıtılmışmış. Boya tüpünde carmine (lal) beklerken, önündeki renk capcanlı bir mavi imiş! Neden? Çünkü hayvansal yağ ile damıtılmış alkalisi kan içeriyormuş, kanda da ne vardır? Demir! Boyacı bilmeden demir ferrosiyanit yapmış yani. Boyacının adı, Herr Diesbach, bulduğu maviye Prusya mavisi demiş. İyiymiş güzelmiş de bir süre sonra bu rengin boyası geçmiş, ressamlar onu Hint zamkı ile karıştırıp yeşil olarak kullanmışlar. Hem zaten ne diğerleri kadar parlak, ne de dayanıklı bir boya bu Prusya mavisi.
chartes katedrali vitrayından ayrıntı
Bu yaz, tatil programında Paris’e yer vermek isteyenleriniz olacaktır. Oraya kadar gitmişken Paris’in 88 km güneybatısına kadar uzanıp Chartes Katedrali’ni de görmek istersiniz belki. Bu katedralde kullanılan mavi camın formülünün kayıp olduğu söylenirdi ama doğru değil bu. Bu maviyi yapmak çok da kolay; silikon çorbasına uygun oranda kobalt oksit eklerseniz bu maviye ulaşıyorsunuz. Bu arada Chartres Katedrali, gotik mimarinin ve eski Hıristiyan uygarlığının en büyük eserlerinden biri. Kilisenin bulunduğu alan, Hıristiyanlıktan çok önce de kutsanıyormuş. Putperest Keltler’in orada tapınakları bulunuyormuş. Türlü maceralardan sonra bu kilise son kez olarak küllerin arasından 1260’da yükseliyor.Kilise özellikle yaklaşık 2.044 metrekare büyüklüğünde olan vitray camla ünlü. Güneş ışığı vurduğunda en güzel halini alan bir mavisi var.
Peki diyelim gittiniz ve bu mavi cama hayran hayran bakarken, bu mavinin kökenini merak ettiniz. Anlatayım: Oraya buraya yayılmış onlarca katedrale bakıp, bunun çok kolay bir iş olduğunu sanmayın. Katedral yapmak için önce düz ama şehre de hakim bir alan bulacaksınız. Önce parayı bulup cebinize koyacaksınız elbette. Zaanatkarlar tutulacak, ahşap, taş sipariş edilecek. Duvarlar ve tavan bitince de ressamları ve camcıları getirmenize sıra gelecek.
İşte konunun en heyecanlı kısmına geliyorum. Çünkü vitray camı yapan bu insanlar tuhaf bir topluluk. Nerede bir katedral yapılıyor, oraya doğru yola düşen gezgin insanlar. Kamplarını orman kenarına kuruyorlardı. Hayal edin, çok büyüleyici; uygar şehirle, cinlerin, şeytanların, ruhların dolaştığı o kasvetli, gölgeli ormanların tam sınırına. Cam gibi gizemli bir dönüşümün gerçekleştiği bir malzeme de ancak böyle bir yerde yapılabilir zaten. Ama fazla heyecanlanmayın, orman camcılar için yararlıydı, çünkü çok miktarda oduna gereksinimleri vardı. Üç adet fırınları vardı. Biri ısıtma için, biri soğutma, diğeri de şişirilmiş camı tabaka haline getirmek için. Ayrıca renklerin yapıldığı oksitler de kayın ormanlarında bulunuyordu. Bir kazandaki son rengi tahmin etmek çok zordu. Kazandaki rengin esmerleştiği görüldüğü anda, bu rengi ten renginde kullanmak üzere almak gerekirdi. İki saat daha ısıtmaya devam ederseniz açık mor elde edilir. Üç ila altı saat kadar ısıtmaya devam edin, mükemmel bir kırmızımsı mor elde edersiniz.
Yakındaki şehirden yaramaz bir ufaklık, annesinin tüm uyarısına rağmen gelip gizlice camcıları izlediğinde, camcıların, ateş saçan fırınlarda kumu cevhere dönüştürdüklerini, demir çubukların ucundaki nesneyi üfleyip şekil verdiklerini, garip bir aksanla konuşarak kurşun çerçeveler içini renklerle doldurdukları azizleri ve hikayelerini tartıştıklarını görmüş olmalı. Camcı kafile, işlerini bitirip yavaş yavaş uzaklaşırken, çocuk, katedralin güneş vurmuş camlarının ışıl ışıl, renk renk parladığını görmüş, camcıların bir büyücü olduğunu düşünerek bir gün onların arasına karışmayı hayal etmiştir.
Chartres Katedrali’ne giderseniz, izin verirler mi bilmiyorum ama altın bir kutu içinde Meryem’e ait olduğu bilinen kumaş parçasını da görün, derim. Her ne kadar mavi denilse de neredeyse beyaz, soluk bir kumaş bu. Meryem’in resimlerde hep mavi giydirilmesinin nedeni, mavinin değerli bir boya oluşu yanında, belki de Meryem’in elbisesinin sahiden de mavi oluşudur.
Tiziano tarafından yapılmış olan bu resmin adı Bakkhos ve Ariadne. Burada renkleri gerçeği kadar parlak değil. Ben Bakkhos ve Ariadne hakkındaki hikayeyi bilmiyorum, biliyorsanız ve bana da anlatırsanız çok sevinirim. Resimde Tanrı Bakkhos sarhoş maiyetiyle birlikte Hindistan'dan dönüyor.
Resmin büyütülmüş halini bulursanız, arkada eşek üstünde sallanan tombul meleği, yanda, elinde öğle yemeğinden arta kalan bir butu sallayan santoru görebilirsiniz. Tam bir cümbüş var resmin sağ tarafında. Bakkhos aniden birini, Ariadne'yi görüyor. Ariadne geçinemediği sevgilisi Theseos uzaklara gittiği için çok üzgün. Ancak farkettiniz mi resmin sol yanındaki sükunet ile sağ yanındaki cümbüş tam bir tezat. Sanki Ariadne bir düş görüyor. Resmin sol yanında, dikkat ederseniz hiç perspektif yok. Bu, onun düşselliğini artırıyor. Renkler daha iyi çıksaydı hemen bilecektiniz ama buradaki gökyüzünün hangi mavi ile boyandığını soruyorum size.
not: bilgilendirici ama çok da sıkıcı olan bu yazının sonuna kadar sabredip benimle kaldığınız
için teşekkür ederim. bu yazıyı yazarken dost yayınlarından çıkan, victoria finlay'in renkler-boya kutusunda yolculuklar kitabından yararlandım bolca. bu arada françois delamare ve bernard guineau'nun renkler ve malzemeleri adlı kitabına göz attım. ayrıca answers.com'u da dolaştım.
2 yorum:
nota takıldım ben yahu... sizin bunca bilgi yükü arasındaki zarif geçişlerinize hayranım bayan lusin :)
önceleri gece vakti aklıma takılanları karıştırdığım ansiklopedide kelimenin bulunduğu harfe yaklaştıkça çevirdiğim her sayfa heyecan verirdi, en az o kadar hoş geçişler... artık aramaya inanan insanlar ve google amca var, hani arada abuk subuk bir soruyla farklı bloglara rastlamanın heyecanını yaşatmıyor değil ya, kendini bir bilmecenin içinde bulup sonunda müziğin akışına bırakmak gibi de zevkli değil.
hay aksi maviden hiç bahsetmedim değil mi :)
olsun. iltifatlar her şeyi bağışlatır burada;)
Yorum Gönder