6 Ekim 2009 Salı

ha, brachap dabarah!

geçenlerde arkadaşlarla ada’ya gittik.


(hayır, pasifik adaları’na değil. pasifik’te bulunan rongelap, bikini, enewetakk ve mashall adaları çok uzun zamandır, nükleer silah denemelerinin adresi. bu ülkeler, denemelerin insanlara zarar verdiğini reddetmeyi sürdürürken buralarda yaşayan pek çok insanda kanser vakası görülüyor. tatil için iyi bir seçenek değil.)

büyükada’ya. havlularımız, bikinilerimiz kocaman çantalarımızdaydı.



(1946 yazında dünyanın en sıcak haberi neydi? 1- abd marshall adaları’ndaki bikini adasını “operation crossroads” olarak bilinen bir dizi nükleer denemenin alanı olarak seçmişti. 2- bundan daha da sıcak haber ise şuydu: fransız modacı reard, muhafazakarları çileden çıkaran bir model hazırlamıştı. reard, pasifikteki dünyayı sarsan sıcak olaydan daha sıcak bir olaya imza attığına işaret etmek için, hazırladığı deniz giysisine “bikini” adını vermişti. modelini tanıtacak manken bulamayınca da gece kulüplerinde çıplak dans eden bir kızı kullanmıştı. bikini nedeniyle güneşin zararlı ışınlarına daha çok maruz kalmak cildinizde kanser dahil bir çok hastalığa neden olabilir. hımm… ilginç. bu durum bizi, çinlilerin beş bin yıllık I Ching bilicilik kitabına götür. bu kitap bizim bilimin temeli dediğimiz nedensellik olarak saptadığımız şey üzerinde hiç durmaz da, olguların yalnızca rastlantı yönü ile uğraşır. şansı ve denk gelişi, doğa yasalarındaki düzensizliği olguların nedensel açıklamasından daha anlamlı sayan bu kehanet, bu bilinçaltını keşif, bu bilicilik kitabına dilerseniz daha sonra döneriz.)


yakında seyahate çıkacağım için uzun bir süre göremeyeceğim boğaz’ı tutkuyla seyrettim.




(boğaz/bosphore: bosphore, rumca bosporos’tan gelir; inek geçidi manasında. biliyorsunuz, zeus, Io’yla yatar. o sırada kıskanç karısı hera gelir – hera’nın kıskançlığından anormal bir şeymiş gibi bahsedilir ya hep, pes diyorum. kıskançlığı normal ama kıskançlığının sonuçları anormal desek?hani yanlış olmasın. ben bir ara sadece hera’yı incelemek istiyorum mitolojide, ne dersiniz? onun hiç bahsi geçmeyen oğlu ares’le ilişkisi hakkında kafa yormayı filan, hımm?:p -zeus uygunsuz durumda yakalanmaktan kurtulur, ama hera durumu anlar, ineği kendisine hediye etmesini ister ve ona sonsuza değin eziyet etmesi için ineğe bir sinek musallat eder – hera’da hoşlanmadığım şey bu! ihanet durumunda muhatap alacağı kişi, ilişkide bulunduğu kocası iken, sorunu onunla halletmesi gerekirken, ikinci kadınla uğraşması. Cık cık cık.- zavallı Io –ki çektiği çileler onu kusurlu bulmamızı engelliyor bu aşamada- sinekten kaçayım derken yüzerek asya’dan avrupa’ya geçer. bous=inek, phoros=geçit. hatta İyon=Ion denizi adı da buradan gelir.)

ahh… istanbul ne güzel, hele galata!



(bizans devrinde istanbul'dan büsbütün ayrı bir varlık olan galata, bazı tarihçilere göre, rumca süt demek olan gala’dan çıkmış. galata’da inek ahırları ve ve süthaneleri varmış zamanında.)
martılar, vapurumuzun kuyruğundan yükselen su buharları…
(su parçacıkları çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük de olsa su buharı vardır. maddenin bu görünmez haline felemençe’deki grek kökenli ve 'dipsiz uçurum ya da boşluk' anlamına gelen chaos/kaos sözcüğünden çıkışla gas denildi.)


kendimize şöyle demli bir çay söyleyip gazetelerimizi açtık.
(çay kelimesi çince t’e ce ch’a kelimelerinden girmiş tüm dünyaya. ya gazete? evet, ilk gazete ti-pao -saray haberleri- başlığıyla tang döneminde çin’de yayımlanmış, ama gazete ismi nereden geliyor? şuradan; 15. yüzyılda venedik’te el yazması haber mektupları yayımlanıyor ve bunlar en küçük venedik parası olan bir gazete karşılığında alınıyordu, hı-hıı evet)
ama gazete okumak ne mümkün, martı çığlıkları, işportacılar… gerçi bundan hiç şikayetim yoktu doğrusu. işportacıları da çerçileri de çok severim, bir saksağan gibi o küçük, renkli eşyaları didiklemek isterim.
(işporta kelimesi yunanca stin porta yani 'kapıdan kapıya' deyiminden türemiş)


vapurumuz yanaşınca ada’da birazcık yürüyelim, o güzel ada evlerini seyredelim istedik. bahçeler, ada çamları, kamelyalar...



(bu arada kamelyalı kadını hatırlamakta fayda var. oğul alexandre duma’nın kitabı kamelyalı kadın’ın amerika’daki çevirisi camille adıyla yayımlanmış. oysa, kitapta camille adına rastlanmaz. kahramanı kadının ismi marguerite gauthier’dir. ancak kitabı ingilizce’ye çeviren çevirmen ne yapmış? hem kitabın adını hem kahramanın adını camille’e dönüştürmüş. galiba camille adıyla kamelya arasında bir bağlantı kurmuş kendince. oysa fransızca’da camille adı, latince “kurban törenine katılan” anlamına gelen sözcükten türemiş. camellia/kamelya ise bu çiçeği doğudan fransa’ya getiren botanist-papaz kamel’den kaynaklanıyor. çok komik!)
evet, nerede kalmıştık? yürüyorduk ve kamelyalar altındaki kameriyelere bakıyorduk hayranlıkla…
(kamelya yanlışlığı devam eder ve bazı yerlerde bahçede kurulan, üstü örtülü, kenarları parmaklıklı bu yerlere kamelya denir ama aslı biliyorsunuz ki kameriye’dir. kamer ay demektir. kameriye de ay ışığı altında oturulup mehtabın seyredildiği yer anlamına gelir.)


yorulunca yanımızdan geçen bir faytonu durduk.


(fayton, bazen de payton deriz. bu arabanın adı antik söylence kahramanı phaethon’dan gelir. grekçe’de parlak, parıldayan demektir. ovidus'a göre klymene’nin oğlu olan phaeton, bir gün güneş’in sarayına girip güneş’le görüşmeyi başarmış ve bu sırada da gerçek babasının güneş olduğunu öğrenmiş. muhtemelen kendisini suçlu hissetmiş baba güneş ki “dile benden ne dilersen” demiş. genç bir delikanlı babasından ne ister? güneşi’in arabasını kullanmak istemiş. güneş mırın kırın etmiş ama madem ki söz verdim diyip, arabayı verince olanlar olmuş. phaeton arabanın hızına dayanamyıp coşkusundan atların dizginlerini bırakıverince – bence phaeton yıllarca kendisine babalık yapmayan güneş’e hıncından yaptı bunu- araba, yolundan çıkarak dünyaya yaklaşmış. ida, olimpos dağlarında yangınlar çıkmış, akarsular kurumuş. neyse ki zeus daha fazla gecikmeden olaya müdahale edip yıldırımını fırlatmış. phaeton ölmüş, atlar sakinleşmiş. bence çok acıklı olan bu olaydan sonra aslında güneş tanrıya ait olan arabanın adı phaeton= payton=fayton diye anılır olmuş.)

faytonumuzda tıngır mıngır gidip lokantamıza ulaştık. ben çok severim, kahve ve lokum ikilisini. utanç verici ama türk kahvesinden bahsetmiyorum burada, filtre kahveyi seviyorum.



(filtre sözcüğü sizce nereden gelir? Bunu bir bilmece olarak sorsam hepinize sıfırı basmak zorunda kalırdım. çünkü filtre kelimesi havuçtan gelir. bilemezdiniz hiç. havucun eski yunanca’daki adı “philtron”. buradan aşk iksiri anlamına gelen “philtre" türemiş. hımm… evet havucun fallik bir görüntüsü var doğrusu, ama hiç aklınıza gelir miydi, havucun suyunun çıkarılıp posasız bir aşk iksiri olarak kullanıldığı? hayret...
hep küçük bir kutuda çantamda taşıdığım hacı bekir lokumlarının lokum’u ise arapça “rahatü’l hulkum”dan geliyor. gırtlağı rahatlatan anlamında.)

sıra yemeklerimizi sipariş etme zamanı geldiğinde gördüm ki menüde gulaş var! ada'ya gidip gulaş yemek olmayacak şey değil.



(gulaş macar yemeği olarak bilinir, ama aslında avusturya yemeğidir derler. avusturyalılar’la macarlar arasında tarih boyunca süren bir gulaş savaşı var. viyana’da bir gulaş müzesi kurulmuş mesela. ama işin doğrusunu şimdi öğreneceksiniz. gulaş bizim yemeğimizdir! haydaaa... evet evet öyle. kul aşı, demek. osmanlılar buralara yaptıkları seferler sırasında, eti suda haşlayıp, üstüne salça koyup askerlerine yediriyormuş. kul aşı olmuş sana, gulaş. elbette macarlar, gulyas kelimesinin çoban anlamına geldiğini, çobanlarının hayvanları güttüklerinde etlerden yahni yapıp yediklerini. bu yemeğin adının da çoban yemeği demek olan gulas’tan gulaş'a dönüştüğünü savunuyorlar ama ne gam, gulaş bir türk yemeğidir, işte o kadar!:p)

bu ağır yemeği yiyince ben susup büyüleyici manzaraya daldım.
(islam öncesi iran’da magi adında din adamları çok etkiliymş ve. ingilizce'deki magic -büyü- iran’daki bu magi kelimesinden gelmekteymiş.)

Denizin, ormanın, evlerin rengi fovistlerin resimleri kadar parlaktı.


(henri matisse’in, georges rouault’un, derain’in temsilcisi olduğu fauvizm akımında renkler doğada olduğundan daha abartılıdır, biliyorsunuz. kıpkırmızı gövdeli ağaçlar, mosmor dağlar, sapsarı toprak… peki, fransıca’da vahşi, yırtıcı hayvan anlamına gelen bu fauve sözcüğü niçin bu akımın adı olmuş? şurdan; henri matisse ve genç meslektaşlarının 1906’daki paris'teki sonbahar sergisinin izlendiği salonda her nasılsa donatello’nun da bir yonutu bulunuyormuş. eleştirmen vauxcelles; “donatello, bu aslanlar, kaplanlar, vahşi hayvanlar (fauves) arasında ne arıyor?!” deyince matisse ve arkadaşlarına da bir isim bulunmuş olmuş:)

sıkıldınız mı? bedduanızı duyar gibi oluyorum, “dilini yutar, afazi olursun, inşallah!” diye.
(afazi kelimesi sözlerin kaybolması anlamına; sesli, yazılı ve diğer sembolik süreçlere ilişkin dilin yitimi, anlamına gelir.)
bana işlemez bedduanız. boynumda abrakadabra muskam var benim.
( 3. yüzyılda yaşayan seranus sammonicus'a bakılırsa abrakadabra sözcüğünün harfleri şu şekilde yazılmalıdır.
ABRAKADABRA
BRAKADABR
RAKADAB
AKADA
KAD
A

bu kağıdı bir koruyucunun içinde boynuna asan kişi her dertten uzak yaşarmış. abrakadabra sözcüğü ibranice’den geliyor ve “ konuş, ey kutsal varlık” anlamındaki “ha, brachap dabarah” kelimelerinden türüyor. konuşuyorum. konuşacağım!

2 yorum:

pusarık dedi ki...

"pontypool" filmini seyrettiğim günün hemen ertesinde okudum bu yazıyı, "öldüren kelimeler" olarak adlandırılmış, orjinaldeki kadar incelikli olmadığı kesin, filmi anmama sebep kelimelere vurgu yapma aşamasında, kelimelerin filmdeki çıldırtıcı etkisi yok bu yazıda fakat etimolojik yönü oldukça etkileyici :)

kamelya/kameriye yanlışını ben de yapıyordum, galat-ı meşhurdan sayılabiliriz sanırım.

bu arada 'fallik' kelimesine takıldım, başka yerlerde var mı öyle bir kullanım bilmiyorum ama çukurova'da hafif meşrep kadınlara deniyor,'zilli' demek bir nev'i...

“ha, brachap dabarah”, büyüleyici bir dönüş olmuş bu, hoşgeldin :)

lusin dedi ki...

izlemedim o filmi, pusarık. sözcüklerin insanı öldürebileceğini biliyorum ama. ben bir keresinde boğuldum; nefes alamadım bazı sözcükler yüzünden.

ben de duydum fallik'in o kullanımını; aralarında bağ var mı, bakmam lazım.

teşekkürler pusarık. döndüm mü, gitmiş miydim, ben şimdi nerdeyim, hiç emin değilim. ama sen döndün filan, dedin ya, bu sözcük hoşuma gitti, vaat dolu, kararlı ve yeni bir şey var bunda:) biz bu sözcüğün güzelliğine sığınıp dönmüş olalım.