7 Mayıs 2009 Perşembe

Ah, Tanrım, ne işim var Kızıldeniz'de!

(Yazıdaki sıkıcı üslubum için beni şimdiden bağışlayın. Burada, -aşağıda okuyunca anlayacaksınız- bilim adamları ile konuşmaktan kalan bir alışkanlık bu. İstanbul’a dönüp, kendimi sokakların diline bırakmak için nasıl sabırsızlanıyorum, bilemezsiniz. Aşağıda, kimi zaman yemekte, kimi zaman yürüyüş yaparken, kimi zaman babunları sabırla gözlemlerken yaptığımız sohbetlerden öğrendiğim şeyler var. Şöyle ya da böyle bahara ilişkin ve bu nedenle size de aktarmaktan çekinmedim.)

Bahardan bahsetmek istiyorum size. Şu kavurucu sıcaklar ve bitmek bilmez öğle sonları gelmeden baharla şenlenelim azıcık daha. Gerçi şurada, kapalı bir odanın içinde, sizinle tek bağım olan internetle baharı konuşmak ne kadar anlamlı olur ki? Baharla birlikte doğada başlayan teşhirciliğe bakacağız biraz sonra ve doğada olanla burada olan, teşhircilik kavramıyla buluştuğu için bu minvalde oyalanacağız. Siber alemde kendimizi, şu an baharla coşan doğadaki bir kuşburnu ya da lalenin de ait olduğu fanerogamlar gibi teşhir ederiz. Yalan mı!

Ben, hoş bir tesadüf ki baharda renklerin peşine düştüm. İyi oldu bu. Bir sürü de rezillik tabii. Şili ve Peru’da kızılın peşinde öğrendiklerimi anlatacağım size, ama başka bir olayın aciliyeti var şimdi. Kızılın peşine düşmüşken, Kızıldeniz’e uğramamak olmazdı. Ben de çantalarım bir sürü kızıl örneklerle dopdolu, bulduğum ilk uçağa atlayıp Kızıldeniz’e gittim. Ama öğrenmek aşkımın, cüzdanımdaki parayla hiç de orantılı olmadığını çok geç farkettim. Beş kuruşsuzdum uçaktan indiğimde.
Neyse ki, bilim adamı Hans Kummer’in, hamadrias babunlarını incelemek için Kızıldeniz savanlarında bulunduğunu okumuştum internetten. Çantamın bir gözüne sıkışmış son paramla bir vasıta bulup, bozuk yollardan geçip, güç bela bilim kampına ulaştım. Derme çatma kulübeler, meydanda dolaşan maymunlar, acayip acayip öten renkli kuşlar dışında ortalıkta kimse görünmüyordu. Neden sonra kapıya çıkan şişman bir adam sertçe, ne istediğimi sordu. “Hans Kummer’le görüşeceğim” dediğimde, “bekleyin, birkaç saat sonra burada olacak,” dedi. Bu sapa yere sanki her gün bir ziyaretçi geliyormuş gibi umursamazdı. Barakanın verandasında gördüğüm bir banka oturup sigara yaktım.



Biraz sonra adam elinde iki soğuk birayla geldi. İster miyim, diye de sormadan birini bana uzattı. Sanki uzun zamandır birlikteymişiz de her gün aynı konuları konuşuyormuşuz gibi, “bugün hava çok sıcak,” dedi ensesini kirli bir mendille silerek. “Öyle,” dedim biramdan bir yudum alarak. Adamın bu kayıtsızlığı bir taraftan da orada bulunmamın anlamsızlığını azaltıyordu. Kendimi huzurlu bile hissediyordum. Biraz sonra üstü açık bir cip, tozu dumana katarak geldi ve içinden çıkan sarışın bir adam ve zenci bir kadın, bana şöyle bir bakıp, hızla kapıdan içeri dalıp coşkulu bir şekilde tartışmaya başladılar. Babunlarla ilgili müthiş bir keşif yapmışlardı. Ayrıntıları, akşam yemekten sonra masada absent içerken öğrenecektim. Ama durun, ben, Hans Kummer’e derdimi nasıl anlatacağım diye düşünüp kıvranıyorum daha henüz.

Kapıda benimle bekleyen adam, sözcüklerden tasarruf edip, başının bir hareketi ile içeri girmemi işaret etti. Bilgisayar ekranlarının ancak aydınlattığı oda loştu ve gördüğüm fotoğraflarından Hans Kummer olduğunu çıkarttığım sarışın adam ile zenci, hoş kadın bana bakıyordu. Lafı uzatmadım: Renkleri araştırdığımı, bir internet sitesinde bilmeceler sorduğumu, kızılı araştırırken yolumun Kızıldeniz’e düştüğünü ve paramı çaldırdığımı söyledim (bu yalan tabii, parasının kalmadığını bu aşamada fark eden bir salak olduğumu bilsinler istemedim). Ben, sakince ve aldırışsız bir üslupla konuşmaya çalışıyordum, ama yüzüm utançtan yol yol kızarmaya başlamıştı bile. Hans Kummer ilgiyle kızaran yüzüme bakıyor, o baktıkça ben daha çok kızarıyordum. Eğer orada bana yatak ve yemek verirlerse karşılığında onlara yardım edebileceğimi söyledim. İnsanlardan bir şey istemek konusunda çok beceriksiz olan ben, artık konuşmak yerine kekelemeye başlamıştım ki, mücadele etmeyi bıraktım. Öylece sustum. Hans Kummer beni hiç dinlemiyormuş gibi birkaç saniye daha bakıp, “yüzünüz,” dedi, “kızarıyor”. Bilim adamları böyledir işte, babunların her davranışı en ince ayrıntısına kadar bilen bu adam, en insani tepkiye çok şaşırıyordu. Çenemle küstahça kendisini işaret edip, “Utanma hasleti sadece sarışınlara ait değil, esmerler de utanıp, kızarır,”dedim öfkeyle. Odadakiler ve arkamda fark etmediğim bana bira veren adam gülmeye başladılar. Sonra, hoş geldin, diyip işlerine döndüler.






Ben şaşkın, kapıdan çıkıp, banka oturdum yeniden. Şişman adam bu kez hiç beklemediğim bir konuşkanlıkla, “burada kahrolası (bloody sözcüğünü kullandı burada. Daha sonra kendini tanıtacak, ama onun Avusturalyalı olduğunu buradan tahmin ettim önce) hayvanlarla uğraşmaktan kafayı yedik” dedi. “Darwin, yüz kızarmasının insana özgü olduğunu söyler, hayvanların yüzü kızarmaz”. Sonra bilim adamı alışkanlığı ile devam etti, “utançtan, edepten ya da çekingenlikten yüz kızarması, göze çarpmamak istendiği bir anda kılcal damarların yüzeyde engellenemeyen genişlemesini kaygıyla hissederk duyguları açığa vurmaktır. Bu da başkasının 'bakışını' gerektirir. Bir araştırma nedeniyle Yeni Gine’de bulunduğum sırada Mount Hagen halkı da kızarmanın başkasının bakışının yarattığı sıkıntıdan kaynaklandığını düşünüp bunun için, ‘tenin üzerindeki utanç” anlamına gelen bir terim kullanırlar. Ne güzel, değil mi! Pipil, derler buna, İnsanın içinde gizlediği popokl teriminin karşıtı olarak.”

Müthiş bir şaka yapmışım gibi hala gülümsüyordu bana, “yorgun görünüyorsunuz, hadi size odanızı göstereyim de yemeğe kadar dinlenin biraz” dedi. Eşyalarımı yüklenip uzaktaki bir barakaya doğru yürümeye başladık. Şu benim yüz kızartım, olabilecek en inanılmaz konuymuş gibi anlatmaya devam etti; ”Maymunlar da öfkeden kızarır, ancak bir hayvanın insanla aynı nedenle kızarabileceğine inanmamız için henüz karşı çıkılmaz bir bulguya rastlamadık,”dedi. Şaşırmış gibi yaparak, “öyle mi?” dedim. “Darwin, kızarma, duygu ifadelerinin en özeli ve en insana özgü olanıdır, demişti” diye yanıtladı beni kapıyı zorlayıp, açarken. Penceredeki ince bambu storların yol yol aydınlattığı, üstünde cibinlik olan ince, sert bir yatak, bir iskemle ve masadan ibaretti oda. Eşyaları koymak için uzun, geniş bir raf vardı karşı duvarda. “teşekkür ederim,” dedim şükran duygusuyla, giderken, elini dert etme, der gibi salladı. Kendimi yatağa bırakırken, bulunduğum durumun anlamsızlığı ve yorgunluk zihnimi bomboş yapmıştı. Rahatlamak için biraz ağlamak istedim, ama uyuyakalmışım.




Rüyamda, yüzümü yıkamak için musluğu açıyordum ve üçüncü sınıf bir korku filmindeymişim gibi oradan kıpkızıl bir su aktığını görüyordum dehşetle. Yine de yıkıyordum yüzümü ve kan rengine bürünürken ben, aklımda Erhanbey’in rüyada kırmızı görmek sözü geliyordu nedense. Sıçrayarak uyandığımda hala aydınlıktı hava. Dışardan neşeli insan sesleri geliyordu. Kapı bir süredir tıklatılıyor olmalı ki, ben gözümü açar açmaz tekrar duydum sesi. Kapıyı açtığımda zenci kadını gördüm, “hadi, hadi yemeğe, çok acıktık,” dedi.

Size daha fazla ayrıntı veremeyeceğim, oradaki günlerimin başlangıcı böyleydi. Türkiye2den beklediğim para gelir gelmez de döneceğim. Burada çok hoş hayvan hikayeleri dinledim ve bir cangılın içinde, bahar ne demekse onu yeterince gözlemledim.

Baharın dünyanın canlılarını eşitleyici bir hali var. Kimliğinin bilinciyle tıka basa dolu olduğu için kendi imgesiyle çok ilgilenen insan, bahar gelince bu coşkuya karşı koyamaz ve gözlerini, bir imgeler pazarı olan canlılar dünyasına çevirir. Dünya baharda görünür olur ve gören, ister insan ister kurtçuk olsun, ne fark eder, cümbüş başlar. Dünyanın görünür olmasının anlamlı olması için ona bakılması gerekir. Bakmak için, ışığa duyarlı organın varlığı şartsa da baktığını yorumlayacak bir beynin de gelişmiş olması zorunludur. Ancak beynin dünyayı canlandırması da salt duyumsal bir araştırma ile yetinmez. Beynimizin, bildiğimiz ile gördüğümüzü uzlaştıran, tartışmaya açan bir hakemin yetkinliğinde olması gerekir.


Diyelim astronomi profesörü sevgilimle Foça’da oturmuş yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıyoruz. Cahil ben, keşfimle heyecanlanmış, parmağımla göstererek, “aa bak, büyük ayı” diyorum gururla. O ise tüm gökyüzünü avucunun içi gibi biliyor ve aralarında gayet senli benli bir ilişki var. Parıltısı ile romantikleştiğim yıldızların görüntüsünün bana ulaşması için milyarlarca yıl geçmesi gerektiğini ve mesela gördüğüm bir yıldızın şimdi aslında yok olduğunun farkında. Benim bildiğim ve onun bildiği ile gördüklerimizi uzlaştırmamız tümüyle birbirinden farklı! Bu durum, görüntünün algılanmasına gölge düşürdüğü gibi, profesörle ilişkimizin yürümeyeceğinin de en açık ispatıdır. Ama sen gel de anlat baharla kendinden geçmiş organizmamıza bunu.


Aşk dediğimiz hayali imgeyi maddi kaynağından bağımsızlaştıran, hatta görüntü ile gerçeğin arasındaki bağı salkım saçak çözen insandan başka bir canlı var mı şu dünyada! Baharda başlayan cümbüş bir çiftleşme, üreme, cinsel ayaklanma, baştan çıkarma içerir. Bahar, romantik şiirler okumak yerine, karşı cinsi baştan çıkarmak için girişilen yarışın biyolojideki önemini vurgulayan ilk kişi olan Darwin okumaya başlamak için en ideal zamandır bu nedenle. “Bir toplulukta çiftleşmeyi ve üremeyi destekleyen her türlü niteliğin mantıksal olarak ağır basması gerektiği, çünkü bu nitelikleri taşıyan erkeklerin daha çok soy ürettiği ilkesi,” eş seçiminde erkeklerden çok dişilerin etkin olduğunu savladığı için sonradan çok tartışılsa da kabul görmüş ve bu ilkeye bağlı olarak, cinsel dimorfizim, yani iki cinsin görünümlerinin giderek farklılaşmasının belirginleştiği yolunda bir sonuca da erişilmişti.

İşte, şu an, şimdi içinde bulunduğumuz şu bahar mevsimi tüm canlılar arasında çılgınca bir kendini gösterme, en güzel renklere, seslere, biçime sahip olarak seçimde avantajlı duruma geçmek için uğraşıldığı mevsimdir.

Doğadaki eş seçiminde, belli estetik kriterler varsa da bunlar aynı zamanda türün devamı için şart olan nitelikleri de belirtir. Örneğin Hirunda rustica kırlangıcının dişisi, uzun kuyruklu erkeği tercih eder. Uzun kuyruk daha göz alıcıdır, evet ama, uzun kuyruklu kırlangıç kısa kuyruklu olana göre daha az bit taşır. Bu da gelip geçici bir aşkın istenmeyen bir anısı olarak haşerelerin bulaşmamasını sağlayacak. Dahası, uzun kuyruklu kırlangıç parazitlere karşı daha dirençli olduğu için yavruların genetik kodu güçlü olandan oluşturulacak.

Doğada çekici özellikleriyle estetik kriterlere uymaya çalışan daha çok erkek cinslerdir, biliyorsunuz. Ateşböceklerinde bu değişir. Sıcak gecelerde ortaya çıkan ateşböceklerinin fingirdek dişisi, erkeği, mavili yeşilli ışıltı oynaşmalarıyla kendine çeker. Bunun için karnının geri kısmında bulunan ve şeytani bir madde olan luciferine’i salgılayan bezleri kullanır.

Hayvanlar dünyasında dişiler erkeklere görsel işaretler gönderir ve böylece cinsel alıcı durumunda olduğunda yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek şekilde onları bilgilendirir. İnsanlarda ise hiç böyle değildir, biliyorsunuz. Flört, sonucu cinsel birleşme olmayacak bir eğlenceliktir çoğu zaman. Yanlış anlaşılmaya çok müsait, karmaşık, hile dolu davranışlarla doludur insan cinselliği. Bir kız, cinselliğin çevresinde dolaşıp durabilir, onu en bariz şekilde sezdirebilir ve iş dürüst bir davete geldiğinde hiç de oralı olmayabilir. Arzu göstergelerini en utanmazca kullanan bakireler ve bir bakire kadar cinsel göstergelerden habersiz bin yıllık cinsel devinim içindeki çiftlerle doludur insanoğlunun acınası cinsel tarihi. Cinsel birleşmeyi arzuluyorMUŞ gibi yapma insanoğlunun dişisine özgü bir taklit yeteneğidir çokça.

Erkek ereksiyon taklidi yapamasa da dişinin bedeninde, döllenebilirliğinin açık işaretlerini taşıması gerekmez. Bilim adamları bunun nedenini, dörtayaklı maymunluktan ikiayaklı insanlığa geçişle açıklıyorlar. Böylece yüzyüze gelmişler, erkeğin göze batan cinselliğinin karşısında dişinin cinselliği iyice gizlenmiş artık. Dişi maymunda cinsel sergileme dişilik organıyla ve belli dönemlerle sınırlıyken, arzunun nesnesi olan insan dişisinin, bedeninin tüm yüzeyi sürekli bir kızışma görüntüsü sergiler gibidir. Eh, hal böyle olunca arzunun toplum içinde dolaşımını kurallara oturtma zorunluluğuna bağlı bir kültür doğar. Bu kültür de yukarıda dediğim gibi çok oyuncaklı, çok karmaşık ve maymunlara göre de çok üçkağıtça olabilmektedir. Arzu belirtilerini maskelemek için (ancak işlevinin tersine sıklıkla baştan çıkarma nesnesi olarak kullanılan) giysi böyle doğmuş.

Bilim canımızı sıkar. Canlılar dünyasının tarihinde bizi sıradan bir türe indirger. Çoğu kez farkımız yoktur bir kılkanatlıdan. Bazen evrenin büyüklüğü ile sancılanıp, dünyanın bize doğru evrilen upuzun tarihinin sırrına eremeyeceğimiz için acı çekerken, bir anlam arayıp duran şu beynimiz de olmasaydı keşke, deriz. Ben bazen derim. Bir bahar sabahı su birikintisinde oynayan bir karga olmak için neler vermezdim. Neler? Beynimi mesela.

Çılgınlaşan bir görüntüler alemini gözler önüne seren baharı sevmemek için sürekli kendiyle meşgul bir zihnin, karanlık bulutların gölgeleyip, kasvetli fırtınaların estiği, bir ot olsun yeşermeyen verimsiz toprağında olmak gerekir. Yağmurda uluyan köpekler gibi umutsuz bir ruh bahara sırtını dönebilir ancak. Bahar tüm canlıların, aynı amaçla, çocukça bir eşitlik duygusuyla katıldığı bir alem serer gözler önüne. Bahar, bakılmak ister. Bakın!

Şimdi bana bakın; soracağım bilmecenin yanıtı olan kitabın hikayesi Oran’da geçiyor. Bu zamanlarda, hadi tam tamına söylemek gerekirse 16 Nisan’da bahar mevsiminde başlıyor. Bilmecenin diğer yanıtı olan Fransız edebiyatının bu ünlü yazarı, bu çirkin şehri çok güzel anlatır:

“İtiraf etmeli ki, şehrin kendisi de çirkindir. Durgun bir görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden farklı kılan tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek lazımdır. Mesela, insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası her türlü özellikten yoksun bir şehri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin civarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir. Bu, pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır.”

Bilimsel bir soru sormak varken nereden çıktı bu diyeceksiniz, ama bunaldım ben bu aralar bilimden. Bu soruyu böyle kabullenin olmaz mı?
***
atilla ve duman, bu filmler ve şarkılar sizin, hakettiniz. ancak bu karelerin hangi filmlerden olduğunu söyleyebilir misiniz?:)














9 yorum:

duman dedi ki...

camus'nun vebasına benziyor bu ya, hadi hayırlısı.

Günlerin Tortusu dedi ki...

Gecenin bir yarısı yabancı bir şehirde, evinizde kalan tek içki absentse, diğer içkiler bitmiş, siz çoktan sarhoş olmuş, son turu dönüyorsunuzdur. Dönüyorsunuz derken, fiziksel olarak da bunu kastediyorum.

İşte aynı böyle bir gece aynanın karşısına geçtim ve Pavese'ye inat en yakın arkadaşımla konuşmaya başladım. Onun ilk tepkisi aynalardan çok korktuğunu söylemek oldu. İnsanı çoğaltan her şeyden nefret edermiş. "Sevişmekten de mi?" sorumu, "evet, en çok da ondan" diye yanıtladı, "ve ben çiftleşme sözcüğünü tercih ederim." O konuşurken, şişede kalan son iki parmak absenti bardağıma boşaltmakla meşguldüm. İkimiz de sustuk.

Sessizlik o kadar sinir bozucuydu ki, ikimiz de konuşmaya diğerinin başlamasını ister gibiydi. En azından ben öyle algıladım. İçkisinin son yudumuyla "şimdi," dedi, "gecenin bu vakti, bu saçma, ağaç bile olmayan bu şehirde nereden içki bulacağız?"

Jurek Becker, Yalancı Jakob adlı kitabının daha ilk sayfalarında getto yaşamının zorluklarından ve kısıtlamalarından bahseder. Der ki, akşam saat sekizden sonra getto ahalisinin dışarı çıkması yasaktır. Yine bu getto ahalisi herhangi bir aksesuvar, süs eşyası takamaz. Evcil hayvan besleyemez ve dahası çiçek bile yetiştiremez, ne de ağaç. Kitabın anlatıcısı şu basit soruyu kendine sormadan edemez: "Saat sekizden sonra kolumda saat, eşimin boynunda kolyesi köpeğimizi dışarı çıkarmasam da olur. Ama ağaç yetiştirememek ne demektir?"

Gettonun yaşam koşulları zordur. Bin türlü baskıyı geçtim; açlığı, yokluğu da. Ama ya salgın hastalıklar: Veba örneğin. Sen tut, bunları düşünmek yerine ağaç yetiştirememekten dem vur. Hayret! Hayret değil işte. İnsanın varoluşunun temelinde bu yok mu? Camus, Veba’yı boşuna mı yazdı?

Camus deyince Oran’ı en iyi bilen yazarlardan biri doğal olarak. Doğduğu şehir değil belki ama, yabancı da olmadığı bir şehir. Şimdi biz bu şehirde içki aramaya çıkacağız. Bırak müslüman bir ülkeyi, dünyanın her tarafında zordur bu saatte açık bir yer bulmak. Yine de şansımızı denemeliyiz uyku bilincimizi esir almadan. Hem belli mi olur, dışarıda belki de bir ağaç görürüz.

lusin dedi ki...

duman!
dün ben daha yazıyı ikinci kez okumamışken, yani o kadar erken ve de sürpriz, SENDEN yorum geldi ya, ne mutluydum! inan bana! sonra yorumunu avucumda sımsıkı sakladım şimdiye kadar. bilmişsin! hem de öyle gizli kapaklı bir soruyken! af-ferin!
sana ne hediye edeyim şimdi, söyle. güzel bir çiçek mi, mesela küpeçiçeği oluuur, unutma beni çiçeği oluuur, yoksa şarkı mı? ben pek emin değilim senin sevdiğin şarkılar konusunda, bakalım. ya da bir filmden kare mi? düşüneceğiz artık.

yazıyı sonuna kadar okuyabildin mi? sevdin mi, hımm?

yo hayır, burada kirpiklerini kıpıştırman yetmiyor, illa söylemen gerekiyor:)

lusin dedi ki...

atilla,
ne yapalım biz biliyor musun? sana lusin'e yorumlar sitesi açalım, bu güzelim, bu nefis yorumlarını orada saklayalım, olmaz mı? bayılıyorum. biraz da kıskanıyorum. sen çok ama çok güzel yazıyorsun ya, benim yazılarım çarpık çurpuk, telaşlı, kusurlu kalıyor, diye. sahiden, yorumlarını okurken hem yüreğim pır pır oluyor, bunlar da benim, diye, ama sonra azıcık ama azıcık kıskanıyorum. hani şöyle azıcık kırmızı toz biber serpiştirir gibi.

bu seni durdurmasın, hatta daha çok ve daha uzun yaz, ama hep yaz.

absent'in zamanı gecenin bir yarısı demek? üstelik absent içmeye karar verecek zihnin bulanık olması gerekiyor ki böyle bir maceraya atılabilelim, öyle mi? bilmiyordum. bir ara içkileri yazayım istiyorum, ama biraz yorumundan sonra absent'le sen uzmansın bu konuda. bakalım, birlikte yazarız belki.

birlikte mi? evet, evet tamam, olmaz. ben de birlikte yapılan eylemler konusunda çok isteksizimdir.

ne demek, bilmişsin tabii! birgün sen yine böyle nefis bir yorum yazacaksın ve fakat yanıt yanlış olacak. o günü bekliyorum. senin için, senin yanıtının şerefine tüm yazıyı değiştireceğim, ki yanıt doğru olacak o zaman:)


ben artık yorumun sonuna geldiğimde farkettim ki, siz, yerine senli benli bir üsluba geçmişim. ne yapalım, böyle devam edelim mi, yoksa ben kırmızı toz biberleri ağzıma mı süreyim?


sana ne hediye edeceğimi biliyorum. ama belki bugün hediyelerini veremem size. biraz yoğunum.

lusin dedi ki...

"bir ara içkileri yazayım istiyorum, ama biraz yorumundan sonra absent'le sen uzmansın bu konuda. bakalım, birlikte yazarız belki."

bak, saçmalamışım!

"bira yorumundan sonra, şimdi de absent yorumunla anladım ki, içki konusunda uzman olan sensin."

böyle olacaktı. hah!

duman dedi ki...

üstteki serseri aşıklar da alttakini
çıkaramadım...

lusin dedi ki...

duman, gördün mü, çalışınca oluyormuş, değil mi? aferim,
af-ferim! dikkatin hep bende, derste olsun, tamam mı!

ben serseri aşıklar filmini izlemiştim ama hatırlamıyorum. ancak, onun amerikan versiyonu, hani richard gere'li olanı hatırlıyorum. ki, delilik bu. hiç sevmem onu. kız da fena değildi, valery kapriski'ydi, değil mi? bir ağbi, sırtı ne güzel, S şeklinde demişti. ben o zaman epey küçüktüm, aklıma yazmıştım, demek sırtı bir S verecek şekilde kavislendirmek, öylece dik durmak gerek, diye. hayır akıllım öyle değil; ters S şeklinde tabii.

peki, tamam o zaman, bunu bildiğin için sana bir tane, mü-kem-mel bir S harfi veriyorum, hani kalpte olur bu:)

diğer zor soruyu da atilla bilecek o halde. o her ne kadar sinema sorusunda ben yokum dese de, bekleyeceğiz. ona ben nefis bir şişe absent verecektim ama kaldı o, gelirse veririm artık.

hadi gel.

Günlerin Tortusu dedi ki...

Paris - Teksas (1984) Wim Wenders

Ama kopya çektiğimi itiraf edeyim. Fotoğrafın adına dikkat...

:)

Dostlukla,

lusin dedi ki...

vay canına! aptal lusin, uyanık atilla! aptal lusin, uyanık atilla!

:)

olsun,olsun, olsun... sen bu itiraflarınla, ne dürüst olduğunu, zorda kalmadıkça yalan söylemediğini, çok ama çok güvenilir bir insan olduğunu da kanıtlamış oldun böylece. sana, evet absent borçluyum. nerden bulacağız?:s bulacağız, söz!