İşlediğiniz bir kabahat yüzünden yargılayıcıların karşısına çıkarken üstünüzde beyaz bir giysi olması gerektiği öğüdünü verirler. Beyaz, masumiyet iddianızı güçlendiren bir renktir çünkü. Gelinlerin ve bakirelerin rengidir. Dokunulmamıştır.
Her ne kadar şeytanın, ayrıntıda, kuytuda, gölgelerde, karanlıklarda gizli olduğu söylense de bana kalırsa şeytan bizzat beyazda, apaçık ortada olanda gizlidir. Bu, onun alaycılığının, oyunbazlığının, şakacılığının, insan ruhuyla giriştiği rekabetçi karakterinin bir yan ürünüdür. Meydan okur ve bence gayet dürüsttür. Size önerdiği anlaşma, günümüzde şirketlerin yaptığı gibi küçücük puntolarla yazılmış değildir ve okumanıza fırsat vermeden acil olarak imzalamanız için kalemi elinize tutuşturmaz. Sizi, anlaşmanın koşulları ve sonuçları hakkında aydınlatır ve kabul etmeniz için üstünüzde baskı filan kurmaz. Öyle yapsa, eğlenceli olmazdı onun açısından. Sizi, ruhunuzla karşı karşıya bırakır ve insan olma serüveninizde kendinizi tanımanız için en büyük fırsatı tanır. Tanrı, şeytanla karşılaşmamış, karşılaşıp, ruhunun masumiyeti ve kalbinin gizli günahkar isteklerini bir terazide tartmak zorunda kalmamış insanlardan korusun bizi. Hiç bir şeyden anlamaz onlar.
Şeytan tüm zafiyetimizi bilir ve her beyazın içinde patlamaya her an hazır bir bomba gibi zonklar. Beyaz, tüm günahları potansiyel olarak içinde tutar, geri kalan bütün ışığı yansıtarak elbette.
Michael Jackson öldü. (pardon, güm! diye atlayınca bu konuya biraz ürküntü yarattı:)Cildi süt kadar beyazdı. Onun beyaz olma ısrarı beni nasıl da hüzünlendirirdi. Utandırırdı da. Michael Jackson eğer on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşamış olsaydı, o dönemde çok yaygın olan “gençlik goncası” adında makyaj malzemelerini kullanırdı. İçeriğinde bol miktarda kurşun beyazı bulunduran bu krem ve makyaj malzemeleri eski Mısırlı, eski Romalı ve Japonya’da geyşaların da bolca kullandığı bir üründü ve sonucu ölümcüldü. Cildi bembeyaz ve çok genç gösteriyordu ama resmen zehirliydi. On dokuzuncu yüzyılda bu ürünlerin zehirli olduğu bilinmesi gerekiyordu artık, ama ne gam, kadınlar aldırmıyordu buna. Zehirli alaşımı sürdükleri yüzlerinde, melankolik ve romantik bir genç kadının solgunluğu beliriyordu. Kurşun beyazının verdiği zarar, onları daha da çekici gösteriyordu; başka bir aleme aitmiş gibi meleksi bir tarz. Bedende başlayan uyuşukluk, geceleri başlayan uykusuzluk, bileklerde başlayan mavi lekeleri gizlemek için kol yenlerinin ellere doğru çekiştirilmesi, onları sevimli ve romantik gösteriyordu muhtemelen. Viktoryen şairler, aşık oldukları bu bembeyaz yüzlü hayaletimsi kadınlar için kaç sone yazmıştır kim bilir.
Michael Jackson, böbreklerinin iflas edip, müthiş bir halsizlikle dans etmesini engelleyen bu beyazlatıcı mamülleri kullanmış olsaydı, ellisine varmadan ölürdü. Çocukluğunu zehir eden babasına, kardeşlerine, medyaya ve dünyaya kapkara gelmesine izin veren Tanrı’ya sürekli isyan eden, sahip olmadığı çocukluğunu, odasında bir sürü sümüklü veletle saatlerce çizgi film izleyerek geri almaya, kara tenini ve etli yüz hatlarını cerrahların elinde dehşet acılar pahasına dönüştürmeye çalışan Michael Jackson, ölürken kalbi kırıktı belki ama dilediğince beyazdı. Çok şükür, bununla teselli bulabiliriz.
Zehirli güzellik goncasının neden olduğu hastalığın ilerleyişi, beyaz olma konusundaki ısrara ve onu ne sıklıkta kullanıldığıyla ilgiliydi muhtemelen. Hastalığın tedavisi içinse en popüler ilaç, bembeyaz süttü. Şeytan kıs kıs gülüyordur herhalde beyazı kullanarak insanlarla oynadığı oyun sahnelenirken.
Bir kadın var. Tabloda. Beyaz bir perdenin önünde dikilmiş, beyaz giyinmiş, elinde de leylak tutuyor. Yüzü beyaz değil galiba, şansına, güzellik goncasını kullanmamış olmalı ki, kırmızımsı daha çok. Amerika asıllı İngiliz Whistler yapmış bu tabloyu. Ressamı çok ünlü, macera dolu bir hayatı var. Ama onu geçelim, tabloya dönelim. Bu, beyazlığıyla başdöndürücü tablodaki kadının ayaklarının altında posttan bir yaygı var, postun sahibi, kurt ya da ayı galiba. Bu yabani baş, ağzını tehditkar biçimde açmış bize bakıyor. Tuhaf bir resim, kadının duruşu da bana sevimsiz geldi. Öylece durmuş, poz vermiş. Eleştirmen Philip Gilbert Hamerton, resimlerine noktürn, armoni, senfoni gibi müziksel isimler vermeye bayılan ressamın, Beyaz Senfoni No1: Beyaz Kız adlı bu tablosunun hiç de beyaz olmadığı yolunda şikayetini ilan etti. “Bi kere,” dedi, “herkes resmin sarı, kahverengi, mavi, kırmızı ve yeşil renkler içerdiğini görebilir.” Ne çocukça bir isyan. Küstah ressam Whistler, fırsatı hiç kaçırmadan alayla sordu: ”Öyleyse Senfoni Fa başka nota içermeyip Fa, Fa, Fa’nın tekrarından mı ibaret olacak? Aptal.” Whistler evet çılgındı, özellikle konu beyazken beyaz arka plan yapacak kadar çılgın hem de. O zamana kadar bu yapılmamıştı. Olağandışı bir cüret!
Hımmm… doğrusu benim derdim bu değil. Şimdi, beyazlar içinde olmakla ve o dümdüz duruşuyla bize hakkında iyi kötü hiçbir yargı oluşturma şansı tanımamakla şöyle böyle bir masumiyet duygusu veriyor resim. Ama ayaklar altındaki o post ne öyle!? Resimdeki modelin adı, Joanna Hefferman ve ne kadar da ağırbaşlı görünüyor. Ama biz gerçeği biliyoruz. Whistler ona “Ateşli Jo” adını takmış ve 1861 kışını birlikte Paris’teki o atölyede geçirmişler. Tutkuları öyle dallı budaklı bir şeymiş ki, Whistler’in annesi, koyu dindar şu kadın
bu ilişkiye taa Amerika’dan engel olmak için epey uğraşmış. Whistler'in, beyazlı tablosunu yaparken kullandığı kurşun tozu yüzünden ayakları yerden kesiliyordu belki ama ayaklarını yerden kesen daha çok bu Ateşli Jo imiş. Ve evet, Jo’nun ayaklarının altındaki bu vahşi bakışlı post, üzerinde birlikte geçirilen şehvetli çalışma saatlerinin anısını resmediyor galiba. Beyaz resim hiç masum değil yani, tamam mı, ve şeytan kızın elbisesindeki kurşun tozunda ve daha çok üstünde eğlenceli saatlerin geçtiği çok açık postun sahibi o kurdun gözlerinde. Bakınız arkadaşlar, gördünüz mü?
Şimdi, bu Michael Jackson ağıtçısı, elalemin aşk hayatına burnunu sokan uyduruk resim eleştirmeninizin size bir bilmece sorması işin icabı. Ressam hakkında sormayayım. Kurşun beyazının nasıl elde edildiği gibi sıkıcı bir soru da sormayayım. Şunu sorayım; gençlik goncası denilen ve içeriğinde kurşun beyazı bulunan bu zehirli mamülün neden olduğu hastalığın adını sorayım. Hı hı, evet bunu sorayım. Bu gıcık soru için ipucu olarak hastalığın bir gezegen adından türetildiğini söyleyeyim. Durun bakayım güneş sisteminde bu kaçıncı gezegendi… 6. hımm… çok manidar arkadaşlar, şeytanın rakamı! Bu gezegen, etkisi altında doğana karanlık getirir biliyorsunuz…. Uuuu çok korkunç, çok şeytani, korkudan bembeyaz kesildim...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
6 Temmuz
Buenos Aires
Sayın Bayan Lusin,
Doğu kökenli olmanıza karşın isminizin Avrupa kökenli tınısı beni şaşırttı. Siz beni yapacağınız kulübe için odun almak üzere aramıştınız ama, bakın ben nasıl da hemen konuyu farklı yerlere çekiyorum. Bağışlayın.
Günlerdir büyük sıkıntılar içindeyim. Buranın yerlileri dövme yaptırmayı çok severler. Evet, evet. Bunu çok fazla kimse bilmez ama, sığır çobanı "gaucho"ların eşleri vücutlarının görünmeyen yerlerine -ki burası çok sıcak olduğundan neredeyse her yerlerini örter bu kadınlar- kurşundan elde ettikleri beyaz boya ile dövmeler yaptırırlar.
Geçenlerde buraya gelen genç bir Avrupalı doktor, yıllardır buralarda kadınların erkeklere göre daha az yaşamalarının nedeninin bu dövmeler olduğunu söylemiş bu yarım akıllılara. Hastalığın da çok afili bir adı var: Satürnizm. Bir kere ben buna inanmıyorum. İkincisi, satürnist olunacaksa onu da en iyi biz oluruz gerekirse.
Doktorun dediklerine inanmamamın, bugünlerde yapmakta olduğum kurşun ithalatı ile hiçbir ilgisi yok, anlayacağınız. Ama size kulübeniz için odun tedarik edemememin sebebi bu ithalat işi maalesef.
Sizi, şimdilik bekletmek durumundayım. Ama kurşuna ihtiyacınız varsa onu tarafınıza bilabedel gönderebilirim.
Şimdilik saygılarımı sunuyorum,
Jose Cayetano Felipe Lopez Martinez Gonzales
(imza)
sayın bay gonzales,
buralarda kış günlerinin habercisi serin rüzgarlar esmeye başladı bile. kulübemi hızla yapıp bitirmek için gerekli odunları göndereceğinizi söylemenizi umduğum mektubunuz ise hayal kırıklığı dışında bir şey vaadetmiyor.
ben de -ışıklar içinde yatsın- annemin mağarasına sığınmakta buldum çareyi. bir doğulu büyücü olan annem, herkesten uzakta, bu mağarada yaşadı hep. dağlardan topladığı otlardan, şifa veren ilaçlar yapmak için kullandığı türlü türlü kazanlar, havanlar, imbikler hala duruyor burada. yerliler eskiden olduğu gibi şimdi de korkar, mağaraya yaklaşmazlar çünkü.
kimsenin uğramaya cesaret edemediği bu mağarada annemin bana hamile kalması ise iyice kafalarını karıştırmış zamanında. annemin kocasının bir cin beyi olduğu söylentisi yayılmış(ben babamın bir cin olmadığına eminsem de, gerçeği asla öğrenemedim). kuşlarla konuşan, önemli kararları kuşlara danışan annem bana isim vermeden önce yine o tuhaf şarkıyı söyleyerek kuşları başına toplamış, annem onlara diyeceğini demiş. gece, dolunay bulutların arasından çıktığında bir kuş, "lusiiiiin" "lusiiiiin" diye ötüyormuş. annem bilmiş artık kızına ne ad vereceğini. herkes adına benzer ve adı insanın kaderidir; buna inanırdı annem. beni yalnız başına o mağarada doğurduğunda sedir ağaçlarının ateşinde ısıttığı kumu bir kalbura koymuş, beni de kuma yatırmış, kendi dilinde ve dininde dualar ettikten sonra kulağıma ismimi fısıldamış: "lusin"
çocuk ben, gelecek hakkında kehanetlerini duvarlarına çizdiği, topraktan ve bitkilerden boya imal edip onları boyadığı bu mağarada büyüdüm. bana hep biraz uzak duran annem bir gün bohçamı koluma takıp, "git!"dedi "senin yazgın başka yeri işaret ediyor!" sonrasını başka zaman anlatırım size. ismimin hikayesi kısaca böyle bay gonzales.
bana beyaz için kurşun göndermeyin. annemin mağara laboratuvarından biliyorum onu elde etmek için ne yapmak gerektiğini. gerekli olan çinko okside, bizim buralarda dud denir. farsça duman anlamına gelir. ben, filozof yünü ya da zaman zaman kan beyazı da derim. kemik beyazının macerası hepsinin en tuhafıdır. kan kırmızı ile başlar çünkü.
sevgili bay gonzales, ben annem gibi değilim, aylarca süren suskunluğuma ancak bu kadar dayanabilmişim ki, bu mektubu sizi sıkacak bir uzunlukta tuttum. beni affedin. ama sanki sizi tanıyorum. annemin mağarasındaki resimlerden tanıyorum sizi. bir gezgin de olan sizin yolunuzun ta buralara, bu mağaraya düşeceğini de oradan biliyorum. sonrasını da biliyorum, ama bunu söyleyemem size. çünkü nasıl oluyorsa mağaradaki resimler kendiliğinden değişmeye başlıyor o zaman.
sayın gonzales, satürnizm hastalığına, onun kadınların ömrünü kısalttığına inanın. annemin her yedi yılda bir gezegen hareketinden yola çıkarak elde ettiği çok kıymetli bir bilgi bu. kadınlarınıza bu bilgiyi ve çocuklarına isim vermeden önce son dolunay zamanında gece öten kuşların sesini dinlemelerini öğütleyin.
görüşünceye kadar hoşçakalın.
not: buraya gelirken buharlı değil yelkenli gemiye binin. bu sözüme dikkat edin.
sadece, lusin
(imza)
Yorum Gönder